27 Ekim 2016 Perşembe

ŞAİRLER RADYOEVİNİ BASIYOR

Gazeteci, yazar Hıfzı Topuz, “Elveda Afrika Hoşça Kal Paris”  kitabında ressam Avni Arbaş’tan dinlediği bir anıyı aktarır (Remzi Kitabevi):
Uzun yıllar Paris’te yaşayan ressam Avni Arbaş’ın yolu bir ara Ankara’ya düşer.
Bir lokantada yemek yerken Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile karşılaşır.
Yenilir içilir, bu arada Oktay Rifat, “Radyoevi’ne gidelim” diye tutturur.
Arbaş, katılmak istemez, ama Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in ısrarları karşısında, çaresiz o da gitmeye karar verir.
Hep birlikte Radyoevi’ne giderler ve kapıdaki nöbetçi jandarmaya müdürü görmek istediklerini söylerler.
O sırada nöbetçi olan bir yönetici bunları kabul eder.
Oktay Rifat, “Biraz sonra bizim dostumuz Nurullah Ataç konuşacak” der, “biz de kendisini dinlemeye geldik.”
Yönetici, “Maalesef stüdyoya girmek yasaktır, hiç kimseyi alamayız” diye yanıt verir.
Oktay Rifat, fena sinirlenir bu sözlere.
Daha sonra yönetici “İmkânı yok kardeşim. Kesin emir var, yayın sırasında stüdyoya kimse giremez” deyince, Oktay Rifat’ın sinirleri iyice gerilir:
“Ya, öyle mi? Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba?”
Böyle der demez de bir yumruk patlatır yöneticinin suratına…
Yönetici de bir yumrukla karşılık verir Oktay Rifat’a…
Fakat Oktay Rifat, yana kaçınca yöneticinin yumruğu Melih Cevdet’in suratında patlayacaktır.
Ardından da kıyamet kopar.
Jandarmalar koşuşur, yönetici bunlardan şikâyetçi olur, Melih Cevdet de yöneticiden...
Hep birlikte karakola gidilir.
Başkomiser anlayışlı biridir, tarafları barıştırmaya çalışır.
Tam Oktay Rifat ile yönetici barışacaklar, Melih Cevdet “Olmaz” diye itiraz eder, “ben davacıyım, kovuşturma açılmasını istiyorum.”
Tartışma yeniden başlar, ama sonunda komiser güç bela hepsini barıştırır.
Komiser tarafları barıştıracaktır, fakat daha sonra Melih Cevdet Anday mahkemeye çıkacak ve bir ay hapis ile 30 lira para cezasına çarptırılacaktır.
Ancak sabıkası olmadığı için de cezası tecil edilecektir.
Bir Melih Cevdet Anday anısı daha…
Anday, Krepen pasajında “Kadir”in meyhanesinde içmektedir.
Bir gün, yanındaki iki kişilik masaya “taşralı” olduğu her halinden biri kurulur.
Adam, rakısını söyler, neredeyse meyhanedeki bütün mezelerle masasını donatır.
Rakı içişi de tuhaftır: Mesela, ağzını meze ile doldurduktan sonra rakısını yudumlamaktadır.
Bu durumu 10-15 dakika seyreden Melih Cevdet, aniden patlar:
“Sen bu rakıyı kendi iraden ile mi içiyorsun, yoksa devlet zoruyla mı? Kalk, defol masadan…”
Melih Cevdet Anday, “Alışkanlık Üstüne” başlıklı denemesinde Mustafa Kemal’in içki içişini anlatırken de “Atatürk de, karaciğeri bozulunca, ister istemez kesmişti içkiyi” der ve bir anısını anlatır. (Cumhuriyet, 30 Ağustos 1994)
Anday ve birkaç arkadaşı, bir akşam “sevgili dostu” seramikçi Füreya’nın evinde demlenmektedirler.
Bu arada söz Atatürk’ten açılır.
Anday, “Atatürk, rakısını leblebi ile içermiş!” diyecek olur.
Anday’a göre herkesin bildiği bir şeydir bu…
Bir zamanlar Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin eşi olduğu için Mustafa Kemal’in sofrasında bulunan Füreya, Anday’ın sözünü keser, biraz da kızgınlıkla, “Nereden biliyorsun?” der, “Atatürk yemek yiyerek içerdi içkisini…”
Anday, hemen gerekçesini açıklayacaktır:
“Bize inkılap tarihinde böyle öğrettiler!”

27 EKİM 2016, BirGün



20 Ekim 2016 Perşembe

YERYÜZÜNDEN ALACAKLI…

Cemal Süreya ve Attila Tokatlı. Bugün iki­si de aramızda değil. 18 Şubat 1988’de Tokatlı’nın vedasın­dan iki yıl sonra da Süreya hayata elvedasını çekti.
Tokatlı’nın ardından şöyle yazacaktı Cemal Süreya:
“1960’tan sonraki yayın patlaması ve düşünce fışkır­ması olayının ortasında yeri­ni aldı. Sadece çevirmedi, tarihin, dünyanın, düşünce­nin, tutkuların ve güzelliğin ülkemizdeki eşdeğerlerini, karşılıklarını aradı. Bu ba­kımdan, ileride büyük kazıbilimciler arasında da anıla­cak Attila Tokatlı adı. İki Silahşorlar’dan biri o. Öbürü Selahattin Hilav.” (İkibine Doğru dergisi, 14-20 Şubat 1988)
Adı kazıbilimciler arasında anılacak, ama Tokatlı’nın değerini bilebildik mi?
Bugün hiçbir ansiklopedi­de, sözlükte ne adı var, ne de bu ülkede yaşadığına, yaptıklarına dair bir ipucu...
Yalnızca değerbilir Atilla Dorsay ile Turhan Gürkan’ın hazırlayıp yıllar önce “Göste­ri” dergisinin ek olarak ver­diği “Sinema Ansiklopedisi”ndeki üç-beş satır dışın­da... Aynen aktarıyorum:
“ATTİLA TOKATLI (1932 -1988) Yazar, çevirmen, yö­netmen. Denizlili sanatçı, Fransa’da İDHEC’te sinema okudu. 1960’daki ilginç si­nema denememiz “Denize İnen Sokak”ı yazdı, yönetti. 60’larda “Gel Barışalım”ı yönetti, Atıf Yılmaz’ın ilginç fil­mi “Kalbe Vuran Düşman”ın senaryosunu yazdı vs. Sonradan çevirmen ve ansiklopedist olarak çalıştı.”
Tokatlı, bütün bunların yanında zarif bir kişiliğe da sahipti.
Her zaman elinde çi­çekler,  çantasında “Altınbaş” rakısıyla dolaştı. Ama ne du­dağına sigara kon­durdu, ne kumara el sürdü.
O günler “Altınbaş”ın ender bulunduğu gün­ler. Hangi meyhaneye girse, önce sorardı: “Altınbaş’ınız var mı?”
Yoksa o sayısız çevirileri ile kitaplarını da zula ettiği çantasını açar, süt kıvamın­da sulandırdığı “hazır” Altınbaş’ını çıkarır ve sorusunun yanıtını yine kendisi verirdi:
“Her zaman tedbirli ol­mak lazım azizim...”
Rakısı kendisi içindi, ama çiçekleri hanımlara “zarifane” bir armağanı. Her kadın onun için zarifti, çünkü ken­disi bir zarafet numunesiydi. Özellikle “sedef” çiçeklerinin her bir yaprağını tek tek yo­larak çevresindeki kadınlara ikram ederdi, hem de akla hayale gelmeyen iltifatlarla:
“Ah, ne kadar güzelsiniz hanfendi... Sizi bu çiçeklerin tazeliğinde ayak başparma­ğınızdan saçınızın en ince teline kadar öpücüklere boğmak isterdim.”
(Bir çiçek dağıtıcısı da Galatasaray futbol takımının unutulmaz amigosu Karıncaezmez Şevki idi. Her akşamüzeri aynı meyhaneye gelir, içkisini söylemeden önce elindeki bir papatyanın yapraklarını meyhanedekilere dağıtırdı,)
Tokatlı’nın kimler yoktu çevirdikleri arasında?
Başta Ehrenburg, Ostrovski, Gorki, Aragon, Elsa Triolet olmak üzere yü­zü aşkın kitap...
Triolet’den çevirdiği ve “Türkçesi Fransızcasından daha güzel” dediği “Beyaz At” romanıyla 1971’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazanmıştı.
Ve başta “Devrimcinin Ölümü” romanı olmak üzere kendi kaleminden on ka­dar kitap...
Yayınını sürdüremediği “Entelektüel” dergisinin adı bile hayatının bir özeti gibi değil mi?
Cemal Süreya “Bir serü­ven adamıydı” diyor, “Yedeksubay öğretmenliğini takma adla yaptığı da riva­yet edilir. Aldığını vermez derler onun için, ama verdi­ğini hiçbir zaman geri alma­mıştır. Aldıklarını ve verdik­lerini yan yana getirirsek, alacaklı çıkar.”
Bu yüzden mi “Denize İnen Sokak” filmi yıllardır kayıp?
Kardeşi sinemacı Erdoğan Tokatlı’nın (Ona da sevgiler, saygılar; rahmet olsun.. Yönetmen olarak benim “Çaylar Şirketten” şiiri kitabımı filme almıştı.) yıllardır aramasına rağmen bir kop­yası dahi yok.
Bu yüzden mi daha sonra başına gelecekleri bilirmiş gibi “Dünyaya yalnız geliriz, yalnız gideriz, hiç kimse eş­lik etmez bize” de­mişti.
Bu yüzden mi bir “yeryüzü alacaklı­sı” olarak kendi­siyle ilgili her bir şeyi alıp da gitti?
Çünkü bu dünyada otuz bin sayfalık çalışma­sına karşılık tüvit bir ceketten, si­yah bir boyun atkısından başka malı yoktu.

20 EKİM 2016, BirGün


14 Ekim 2016 Cuma

GAZETECİLERİN LOZAN MACERASI...

Velid Ebuziyya, hattatlığa da merakından gazetesi “Tevhid-i Efkâr”da her haberin fotoğrafla çıkmasına özen gösterir, fakat bu çabası pek ciddiye alınmaz.
Lozan Kongresi’nde oturumları yöneten İngiliz diplomat Lord Gurzon, yeni Türkiye’nin Avrupa’yı dize getirişinin kapalı kapılar ardında, törensiz bir biçimde olmasını istemektedir.
Bu yüzden de imza töreninde fotoğraf çekilmesini taraflara danışmadan yasaklama eğilimindedir.
İsmet İnönü’nün liderliğini yaptığı Türk delegasyonu ise bu konuda bir sorun çıkarmak niyetinde değildir.
Velid Bey, Lord Gurzon’un amacını anlayarak durumu İnönü’ye anlatır.
Bunun üzerine İsmet Paşa, restini çeker:
“Eğer törende fotoğraf çekilmezse anlaşmayı imzalamaya gelmeyecektir.”
Lord Gurzon ise tarihi anı fotoğraflar ile belgeletmemekte kararlıdır.
Fakat Türk gazetecilerinin fotoğraf makineleri olmadığını da bilmektedir.
Buna güvenerek kurnazca bir manevrayla yalnızca Türk gazetecilerinin fotoğraf çekmelerine izin verilebileceğini bildirir.
Lozan’da karargâh kuran gazeteciler arasında Ahmed Cevdet, Ahmed Şükrü Esmer (Vatan), Ali Naci Karacan (Akşam), Reşid Saffet Atabinen, Mecdi Sadrettin Sayman (Hâkimiyet-i Milliye), Ahmed İhsan Tokgöz, Suphi Nuri İleri, Kerami Kurtbay, Hidayet Reel, Kemal Salih Sel (Cumhuriyet), Asım Us (Vakit), Hüseyin Cahit Yalçın (Tanin) bulunmaktadır.
Bütün bu gazeteciler turist misali boynunda fotoğraf makinesiyle dolaşan Velid Ebuziyya’ya kimi gün imrenerek bakmakta, kimi gün dalga geçmektedirler.
Lord Gurson ise Velid Ebuziyya’nın fotoğraf makinesini çocuk oyuncağı sanmaktadır.
Çünkü flaşı dahi yoktur.
Bu da yetmezmiş gibi Gurzon, imza töreni yapılacak salonun perdelerini kapattırmıştır.
Buna rağmen Velid Ebuziyya, törenin fotoğraflarını çekmiş, bir fotoğrafhanede karta bastırdıktan sonra “Semplon Ekspresi” ile gazetesine postalamıştır.
“Tevhid-i Efkâr”ın rakipleri pek üzüntülü görünmektedir.
Ancak, üç-dört gün sonra İstanbul gazeteleri Lozan’a geldiğinde bu kez Velid Ebuziyya üzüntüye boğularak beyninden vurulmuşa dönecektir.
Çünkü bütün İstanbul gazetelerinde kendi çektiği fotoğraflar yer almaktadır.
İşin aslı o zaman meydana çıkar.
İmza günü Ali Naci Karacan ile Ahmed Şükrü Esmer, Velid Beyi casus misali izlemişler ve fotoğrafları bastırdığı laboratuvarı öğrenmişlerdir.
 Sonrasında da Velid Beyin arkasından dükkâna girip kartpostal parasına fotoğraflardan kopya alarak kendi gazetelerine göndermişlerdir.
Peki, Velid Ebüzziya, bu olayı meslek onuru adına şimdinin basın onur kuruluşlarına şikâyette bulunsaydı, ne cevap alırdı acaba?

13 EKİM 2016, BirGün                            




6 Ekim 2016 Perşembe

GERÇEKTEN BİR “İSTANBUL” VAR MIYDI?

Burhan Arpad, “Bir İstanbul Var İdi” başlıklı anılarında yaşam öyküsünden kimi sahneleri kendine özgü duygularla aktarırken İstanbul’un yakın tarihinin günümüz için ibret verici bir panoramasını da çıkarıyor; daha çok da İstanbul’un kültürel kimliğinin…
“Perde Arkası” başlıklı yazısında babasının ölümünü anlatırken “Ben de, o da pek konuşkan değildik.” diyor.
Gerçekten öyle miydi?
Burhan Arpad’ı sanıyorum 70’li yıllarda Cem Yayınevi’nde tanıdım. Yayınevine sessizce gelir, geldiği gibi de giderdi.
80’li yıllarda da Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında “Hesaplaşma” başlığı altında yazacaktı, Oktay Akbal’ın yazmadığı günlerde…
O yıllarda Cumhuriyet’in Düzeltme Servisi şefi olduğum için yine karşılaşacaktık, ama şimdi düşünüyorum da sesinin yankısı hiç düşmemiş belleğimin kuyusuna…
Yalnızca görüntüsü gözlerimin beyaz perdesinde:
Ufak tefek, ak saçlı, esmer, birazca kalın dudaklı; sırtında her zaman boz renkli bir paltosu ve elinde çantasıyla bir adam…
“Bir İstanbul Var İdi” ise bütün bunların aksine, her ne kadar kendisi de “konuşkan” olmadığını söylese de Arpad’ın ne hoş sohbet kimliğinin bir göstergesi…
Çünkü yazmıyor Arpad, okuruyla konuşuyor, sohbet ediyor.
“Bir İstanbul Var İdi”nin satırları arasında gezinirken bu sohbetin muhabbetine benim de kimi anılarımın gölgesi düştü.
Arpad, “1940’larda Türk Kitapçılığı”nı anlatırken şair Salâh Birsel ve hikâyeci İhsan Devrim ile birlikte kurdukları ABC Kitabevi’nden söz eder:
“Bâbıâli’nin ara sokağı Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken, solda, Maarif Kitabevi’nin bitişiğinde küçücük bir dükkân, baştan aşağı yenilenip kitabevi yapılmıştı.”
Oysa Salâh Birsel’in “Seyirci Sahneye Çıkıyor”da anlattığını göre Birsel ile Arpad, önce “AB Neşriyatı” adıyla bir yayınevi kurmuşlardır.
Çok geçmeden aralarına İhsan Devrim katılır, Cağaloğlu’nda ABC adında bir kitabevi açarlar.
Yayın da yapmaktadırlar.
Bu işi iki yıl kadar sürdürürler.
Anadolu kitapçılardan o zamanın parası on bin lira kadar alacakları vardır; paranın büyük bölümünü alamayınca kitabevini kapatmak zorunda kalırlar.
Dükkânı satmaya karar verirler, ama satıştan önce Tan olayı patlak verecek (4 Aralık 1946) ve Tan gazetesi yakılırken ABC Kitabevi de yağmalanacaktır.
Arpad, “Komedyenin Ölümü” başlıklı yazısında Muammer Karaca’nın portresini şöyle çizmektedir:
“Yıllarca her her şeye katlanmış, çay simitle yetinmiş, dekor taşımış, incecik bir paltoyla kışı geçirmişti. Yıllar sonra Tepebaşı bahçesinde Alabanda revüsüne bin lira aylıkla geçişini, ‘O günlerde bin liraya tabiiyet değiştirilirdi’ diye şakayla anlatırdı. Çünkü Şehir Tiyatrosu’ndan yüz lira aylık alıyordu.”
80’li yıllarda Cibali Karakolu üzerine Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yazacak ve şunu öğrenecektim:
Muammer Karaca, üç bin kez oynadığı “Cibalı Karakolu” başlıklı oyundan kazandığı paranın bir bölümünü karakolun onarımı için harcamıştı.
Arpad’ın Ruhi Su ile macerası ise bir insanlık nişanesidir…
Ruhi Su, 1952 güzünde “Âşık Veysel” filminde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır.
Ankara’dan hiçbir tanıdığı olmadığı için İstanbul’a getirilir.
Günlerce hücrede kalır.
Arpad, bu sırada Vatan gazetesinde muhabirdir; bin bir zorluğu aşarak “pijama üstüne palto giymiş, saçları karmakarışık, yüzü tıraşsız, adımları ve bakışları ürkek” Ruhi Su’yu İstanbul emniyetinde görür.
Kucaklaşırlar.
Ayrılırken Su, Arpad’a kirli çamaşırlarını verir, evde yıkansın diye…
Sonrasını şöyle anlatacaktır Arpad:
“Evde bohçayı açtık. Kanlı bir yatak çarşafı vardı. Yıkamadık, yıllarca sakladık tavan arasında. Sonunda yaktık.”
Anıları yakmaya ise hiçbir ateşin gücü yetmiyor…
*
Üstadın  çevirmen olarak Erich Maria Remarque, Stefan Zweig, Anna Seghers, Joseph Roth, Odon von Horvath, Thomas Mann, Ingeborg Bachmann, Fritz Habeck, Ignazio Silone,William Saroyan, Henry Wallace, Şalom Aljehem, Dimitir Dimov, Haşek, Silanpaa ve Istrati gibi faşizm karşıtı yapıtları Türkçeye kazandırdığına da unutmayalım.

06 EKİM 2016, BirGün