26 Ağustos 2016 Cuma

CAN YÜCEL’İN İMAMI…

12 Eylül faşizmi STK’lara yaptığı gibi Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) kapısına da kilit vurmuştur.
Ama bir süre sonra TYS haklı gerekçelerle kapısındaki kilidi kıracak ve yeniden çalışmalarına başlayacaktır.
Kongre zamanıdır.
Başkan Aziz Nesin, kongrede çoğunluğun sağlanması için bütün TYS üyelerini aramıştır.
Görev zamanıdır.
Erdal Alova ile Kadıköy’de buluşup kongreye gidilecek.
Haldun Taner Tiyatrosu’nun karşısındaki küçük parkta, sağ kolunu yastık yapmış, üzerindeki lacivert hırkasıyla Can Yücel uyumaktadır.
Sorulur:
“Baba bu ne hal?”
“Çocuklar, dün gece Bostancı Hatay’da içtik. Nasıl oldu hatırlamıyorum, sabaha karşı beyaz çarşaflar içinde uyandım. Karakol desem, beyaz çarşafın karakolda işi ne? Ev mi, otel mi, sıkıldım, kalkıp buraya geldim.”
Alova durumu anlattır, mutlaka kongreye gitmemiz gerektiğinden söz eder.
Can Baba, “Bir cep kanyağı alın, beraber gidelim” deyince yola revan olunacaktır.
İki yudum kanyaktan sonra Can Baba, TYS başkanlığına aday olacağını anlatmaya başlar.
Kongrenin yapılacağı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti salonu lebalep doludur. İzmir’den, Ankara’dan, Adana’dan ülkenin başka illerinden ne kadar TYS üyesi varsa kongreye gelmiştir.
Kongre, olması gereken bir çalışma düzeninde yürümektedir.
Ben, Alova, Behçet Aysan, Eray Canberk, daha birkaç kişi hemen bir yönetim kurulu listesi hazırlar ve başkan adayımız olarak da Can Yücel’in adını yazarız.
Sıra, başkan adaylarının konuşmalarına gelmiştir.
Can Baba’ya sıra gelince, müthiş bir övgüyle Aziz Nesin’den söz etmeye başlayacaktır.
Herkes şaşkınlık içindedir.
Baba, sabah konuştuklarımızın tam tersini söylemekte, Aziz Nesin’in onun deyişi ile “Sanduka” için bir şans olduğunun ısrarla altını çizmektedir.
Bir saate kadar konuştuktan sonra kürsüden inince hemen çevresi sarılır.
“Baba, ne oldu senin başkanlığın?”
“Çocuklar” diyecektir, “ben de adaylığımı koysaydım, oylar bölünecek, sanduka yeteneksiz (TYS tüzüğüne göre bir kitap da çıkarsalar sendika üyesi idiler) kişilerin eline geçecekti. Ben politikacı bir babanın oğluyum, politikadan anlarım yani… Aziz Nesin bunların hepsinden iyidir.”
Akşam yaklaşmaktadır, iki tek atmanın zamanıdır.
Fakat Pazar günü olduğu için Cağaloğlu’nda her yer kapalıdır.
Sirkeci’de Gar Lokantası’na gitmeye karar verilir, Behçet Aysan da oradan Harem’e geçecek, Ankara’ya gidecektir.
Bir taksiye binilir, Can Baba önde, Alova, Aysan ve ben arkada…
Taksi, tam Vilayet binasının önünden geçerken Can Baba, pencereyi açacak ve Kenan Evren ile şürekasına gamatayı basacaktır.
Bunun üzerine Can Baba yaşında gösteren şoför, birden el frenini çekecek ve “Sen nasıl cumhurbaşkanımıza küfür edersin?” diye bağıracaktır.
Can Baba, bir süre şoförün yüzüne baktıktan sonra şöyle diyecektir.
“O cumhurbaşkanı var ya, o cumhurbaşkanı, ben Samsun’un Çukomuko kasabasında imamdım. İki karım, yedi çocuğum var. O cumhurbaşkanı beni işimden etti, imamlığa elimden aldı.”
Kısa bir sessizlikten sonra yola devam edilir.
Sirkeci’ye gelindiğinde şoför taksi ücretini eliyle ittikten sonra, hızla Can Baba’nın kapısını açacak, “Hocaefendi” diye ellerine sarılacaktır.
Can Baba’dan bir imam hikâyesi daha:
1953’te Kore savaşına katılan Türk Tugayı’nda “çevirmenlik” yaparak askerliğini tamamlayacak, bu arada Abdi İpekçi ile bu tugayda arkadaş olacaktır.
O günlerden güzel anıları vardır.
Birisini şöyle anlatacaktır:
“Kaçakçılık yapanlar vardı o zamanlar. Kaçakçılık yapanlardan askerlerden biri de tugayın imamıydı. Tugay Komutanı Cemal Madanoğlu adamı hapse attırdı. Bir süre sonra imam hapisten çıktı, ama namaz da kıldırmadı bir daha. Kızgınlıktan greve gitmişti imam efendi. İşte ilk ve son olarak bir imamın grevini Kore’de gördüm.”

25 AĞUSTOS 2016, BirGün


18 Ağustos 2016 Perşembe

MİZAH DA MİZAH...

Aziz Nesinin 2 Aralık 1960’da kaleme aldığı “günce”sinden aktarıyorum:
“Vatan gazetesi, benden bir mizah romanı istedi. İşte bütün zorluk burdan başlıyor. Bir mizah firması kurmuşum. Herkes bu firmadan mizah istiyor, mizah da mizah... Oysa mizah romanı diye bir roman türü yok.”
Fakat Aziz Nesin yine de bir roman yazmaya karar verir.
Adı da “Vilayet İstiyoruz!” olacaktır.
1959 yılında bir yurt gezisinde kafasına takılır bu konu...
Ekonomiyi olumlu bir yöne çeviremeyen Demokrat Parti iktidarı, oy avlamak için türlü yollara girmiştir. (Günümüze ne kadar da benziyor.)
Bunlardan biri de ilçeleri vilayet yapmak vaadidir.
İşte Nesin, o yurt gezisinde gördüğü gülünç olayları romanına aktarmak niyetindedir.
Oysa o günler, “bunalımdan patlayacak” haldedir ve yazmaya karar verdiği romanına bir türlü başlayamaz.
Öte yandan daha yazmadığı romanını 10 bin liraya satmış, bunun beş bin lirasını da peşin almıştır.
10 bin lira o günler büyük paradır.
Bu para da Nesin’i ürkütmektedir.
“Çünkü Vatan gazetesi, 10 bin lira verdiği romanın kendisine çok okur kazandıracağını umuyor ve çok büyük reklam masrafına girişiyordu: Afişler, radyo ilanları, reklamlar...”
Ayrıca “bu romanın başarılı olması başka gazetelerin de roman istemesine yol açabilirdi.”
“Çünkü” diyor Nesin, “benim niyetim, gazetecilikten, fıkra yazarlığından kurtulmaktır. Fıkra yazarlığı, verimsiz bir alan... Yazı, 24 saatte sönüp gidiyor. Ben fıkracılıktan kazandığım yılda 42 bin lirayı, yılda iki-üç roman yazarak kazanmak istiyorum.”
Gerçi Aziz Nesin, o romanını yazamadı, ama yıllar sonra Anadolu’nun birçok ilçesi vilayet statüsüne kavuştu. (Aynı uygulamalar bugün de sürmekte, kimi kasabalar il, iller kasabaya dönüştürülerek…)
Statüsü bozulanlar ise yazarlar, özellikle de romancılar oldu.
Şairlerin para kazanmadığı ise ayrı bir konu...
Düşünsenize, bugün hangi gazete bir romancımıza, üstelik de telifinin yarısını verip ayrıca büyük reklam kampanyalarına girerek bir roman ısmarlamak niyetini gösterebiliyor? (Kimi yayınevlerinin, romancı geçinenler izin PR çalışmaları ise ayrı bir konu.)
Edebiyat, medyadan dışlandı çünkü...
Öyle olmasa, dünün köşe yazarlarından daha çok para kazanan romancılar nerede şimdi?
Gazeteciliğe adım atan hemen herkesin ilk ve tek amacı, hemen bir gazetede “köşe” kapmak değil mi?
Aziz Nesin’in anlattıkları “yazılı basın”dan “görsel medya”ya geçişimizin de bir hazin hikâyesi...
Diyeceksiniz ki, yazılı basında artık “tefrika” geleneği kalmadı, onun yerini artık televizyon “dizi”leri aldı.
Doğrudur...
Ama Aziz Nesin’li yılları köşesinden kıyısından da yaşamış biri olarak hem Aziz Nesin’i, hem o günlerin özlemini de çekmiyor değilim.

18 AĞUSTOS 2016, BirGün


11 Ağustos 2016 Perşembe

DÜNYADAN BEKİR YILDIZ GEÇTİ...

O fotografisi kaç yıldır gitmiyor gözlerimin önünden.
Gündüz nereye baksam gözbebeklerimin ışığında, gece düşlerimde. Bekir Abi, (gerçekten de abi idi, kendisinden yaşça küçüklerin ol­duğu kadar büyüklerin de) yeni dönmüş Almanya gurbetinden.
60’lı yıllar...
Nuruosmaniye’nin giriş kapısında yer alan Atasaray’ın alt ka­tında, “Alfabe” matbaasında “hurufat”larla uğraşmakta.
Almanya’da yaşadığı dört yı­lın birikimini “Türkler Almanya’da” romanı­na dökmüş, bir yandan yeni öykülerini ya­zıyor, bir yandan ekmek parasına entertipin başında yazı diziyor.
Daha sonra da matbaasını Şerefefendi sokağın arka aralığına taşıyacak ve adını da “Asya”ya dönüştürecekti.
“Asya” matbaası, Cağaloğlu’na her inen yazar-çizerin uğradığı bir edebiyat mahfeli idi.
Hem yazarların, hem kitapların uğrağı bir mahfel...
Kerim Sadi’den Leyla Erbil’e nice yazar, öğle kahvesini “Asya” matbaası­nın kurşun kokulu havasında yudumlardı.
Açın bakın 1970-80 arası Cem Yayınları’nın kitaplarının iç kapaklarına.
Çoğunun “diz­gi” hanesinde “Asya Matbaası” adı görüle­cektir.
Bu fotografinin üstüne başkaları biniyor.
Seksenli yılların sonunda, Oktay Akbal ve Demirtaş Ceyhun’un da katılımıyla bir Almanya yolculuğumuz olacaktı.
Birlikte gitmeyip orada buluşacaktık.
Oktay Akbal, Münih’te rahatsızlık geçirdiğinden hemen döndü.
Demirtaş Ceyhun gelemedi, o sıra­da Moskova’ya gitmek zorunda kaldı, Nâzım Hikmet adına bir toplantıya katılmak için...
Bekir Abi ise öğleyin indiği Stuttgart havaalanında yarım saat kaldıktan sonra aynı gün İstanbul’a dönecekti.
“Yirmi yıl sonra gördüğüm bu Almanla­rın arasında ne işim var benim” demişti.
Bu olaydan sonra hayatımın en uzun yol­culuğunu yapmış ve tam on beş gün bütün Almanya’yı tek başıma dolaşmıştım.
Son günlerinde hayata ve kendine kırgın­dı.
Kabuğuna çekilmişti. Sevdiği dostlarına yakın olsun diye İzmir Balıkova’da küçük bir ev almıştı.
Bir gün telefon etti:
“Sarışın bir kadına âşık oldum. Onun uğ­runa Balıklıova’daki evi satıyorum. Bir evli­lik adına yazdığım bazı kitapların telifini ilk karıma bağışladım. Bu ev de yeni aşkım adına feda olsun.”
“Bekir Abi, yine ortalığı karıştıracaksın.” dememe kalmadan işin asıl yüzü anlaşıl­mıştı.
Sarışın kadın Tansu Çiller’di ve Bekir Abi 5 Nisan 1995’in ekonomik yıkıntısıyla baş ede­mediği için Balıklıova’daki evini satıyordu.
Oysa Berlin’den Harran’a ulaşan bir coğ­rafyada “Mahşerin İnsanları”nın hikâyesini yazmıştı.
Ve o insanlar, aslında kendisiydi.
Çünkü kendisiydi Almanya gurbetinde “Yaman Göç” ekmeğinin peşinde koşan, kendisiydi “Kaçakçı Şahan” olarak Urfa’da yoksulluğun zincirini kırmak isteyen...
Çünkü “İnsan Posası”yla damgalanan bir çağda, kendi kanıyla dokumuştu yazdıkla­rının her satırını, her hecesini, hatta her harfini...
“Sahipsizlerin “Beyaz Türkü”sü idi.
Yerinde duramazdı.
80’li yılların başı...
12 Eylül askerliğinden yeni dönmüştüm.
Hasırbaşı’ndaki evimizde buluştuk.
Çiğköfte yoğuracaktı, çiğköfteyi yumurtalı yapardı.
Evde maydanoz yoktu, Kadıköy çarşısına çıktık.
Evde onun sevgili yâri Oya ile eşim Bilge beklesinler...
Biz Harem’den bir otobüse binmiştik bile...
Eski, yırtık, çirkin şeylere tahammül edemezdi.
Cebinde eski kâğıt paraları, (iki buçuk, beş lira) hemen yırtar atardı.
Sabahları kahvaltı yapmaz, çorbacı arardı.
Cumhuriyet Kitap Kulübü, İzmir’de bir etkinlik düzenlemişti.
Alsancak’ta bir apartman dairesi tutulmuş; çağrılı yazarlar, şairler bu evde kalıyordu.
Mehmed Kemal, Bekir Yıldız ve ben o günler bu evin konuğuyduk.
Bizim etkinliğimiz bitti.
Sabahleyin 11.00 uçağıyla İstanbul’a döneceğiz Bekir Abi ile...
Mehmed Kemal biraz daha kalacak.
Sabah erkenden kalktık, Bekir Abi’nin canı sıkkındı.
“Hadi” dedi, “çorbacıya”...
Çorbacıda uçak biletlerini yırttı.
İstanbul’a otobüsle dönecektik.
Bekir Abi, Oya ve ben garajın yolunu tuttuk.
“Bak” diyorum, “bu firma iyidir.”
“Ben Münih’ten Harran’a otobüsle gittim” diyor, “otobüs önemli değil, sürücüsüne bakacaksın, direksiyonu iyi kavrıyor mu?”
Ve İzmir sıcağında, adı sanı belirsiz bir firmanın otobüsünde en arkada üç kişilik bir yer bulabildik.
Bir yandan sıcak, bir yandan bir önceki geceden kalan uykusuzluk nedeniyle gözlerimiz kapandı kapanacak.
Bir ara gözlerimi açtım, önümüzde bir tır, onu sollayan bir taksi ve onu da sollayan bizim otobüs...
Balıkesir’e yaklaşıyordu.
Bekir Abi “İnelim” dedi.

11 AĞUSTOS 2016, BirGün


4 Ağustos 2016 Perşembe

DOKTOR, ŞİZOFRENİ SANIYOR BENİ...

Hayatımın bir on yılı Bakırköy Dikilitaş’ta geçti.
“Dikilitaş”ın İstanbul’un başka yörelerindeki dikilitaşlardan farklı bir özelliği yok...
Üç yol ağzında, kendi halinde bir taş işte...
Ama ben, ne zaman önünden geçsem, bu taşı Bakırköy Akıl Hastanesi’nin kapısı olarak görmüşümdür.
Çünkü bu taşı, yolunuzun hizasına aldınız mı, kendinizi iki-üç dakika sonra hastanenin kapısı önünde bulursunuz.
Ve ne gariptir ki, Dikilitaş’ta on yıl kadar oturmama rağmen, bir gün dahi Bakırköy Akıl Hastanesi’nin kapısından adım atmak nasip olmamıştır.
Olmamıştır, ama oranın sakinleriyle yüz yüze gelmeme mani de değildir bu...
Çünkü “deli” yaftasını yapıştırdığımız o insanlar bütün gün ve gece Dikilitaş havalisini mekân tutmuşlardır.
Çizgili pijamalarıyla dolaşarak ya bir sigara isterler, ya artık tedavülden kalkmış iki mecidiye...
Betül Yalçıner ile Lütfü Hanoğlu’nun “İç Bahçe” kitabını okurken bu insanların sûretlerinin resmigeçiti dolanır oldu hafızamın vadisinde...
Parkinson Salih, istediği zaman dışarı çıkıp derslerde hastaneye gelir. Amfiteatr biçiminde düzenlenmiş şeref salonunda yapılan vak’a takdimlerine çıka çıka hastalığını ezberlemiştir.
Paranoid Mehmet Ali Sultan, ölen hastaları iki atlı bir araba ile hastanenin Silivrikapı’daki mezarlığına taşımıştır.
Miyotipili Çampur Mehmet, asistan tezlerini daktilo eder, ödül olarak da kucakta maçlara götürülür.
Ressam Selahattin, tezlerin resimlerini çini mürekkebi ile çizer.
Kemal Künmat, hastane bahçesindeki “Düşünen Adam” ve kendi adı verilen kliniğin önünde duran Mazhar Osman’ın heykel sanatçısıdır.
Şair Recep Güngör Öztolon, ki en ünlü şiiri:

Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni
Doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni...
Üsküdar taburculuk hasretiyle derinden
Kalbimi hoplatıyor Bakırköy'ün treni!

Tâ uzaktan Marmara aşkla çekiyor beni
Hayretle karşılarım beni deli göreni
Taburcu olmak için kullanmalı dümeni
Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni
Doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni.

Bunlar “deli” de, bunlara bakan doktorlar nasıl?
Hekim İzzettin Şadan’ın hayat hikâyesi de çok mu farklıdır?
İzzettin Şadan 1895’te Sarıyer’de doğmuştur. Kumkapı Fransız Lisesi’nden sonra Robert Kolej’de okuyor.
1919’da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye giriyor.
Tıp fakültesini bitirince kendi hesabına Fransa’ya gitmek istiyor, fakat o sıralar kabul edilen “hizmet-i mecburiyye” yasası nedeniyle Anadolu’da çalışmaya gönderiliyor.
Sağlık durumu nedeniyle askere alınmayan Şadan Bey, meslek yaşamında pek çok kişiyle kavga etmesiyle ünlü...
Mesela 1939’da Hasan Ali Yücel tarafından “Nazi muhibbi” denilerek memuriyetten azlediliyor.
Hiç evlenmeyen, hiçbir zaman muayenehane açmayan Şadan Bey, maaşı ve babasından kalan hissesine düşen servet ile geçimini sağlıyor.
Bir özelliği de politikaya iltifat etmemesi, bir kez bile oy kullanmaması...
Ve hayatı Darülaceze’de son buluyor.
Aziz Nesin’in “Benim Delilerim” başlıklı bir kitabı vardır.
Üstat yaşasaydı ve bütün bunları görseydi, herhalde bu kitabına birkaç cilt daha eklerdi. Ve sorardı:
“Bu toplumda hekim Şadan Bey mi, yoksa onun hastaları mı deli?”
Ya bu “iç bahçe”nin kapısı önünde “Dikilitaş” misali duran bizler?
Şu son günlerde yaşadıklarımızdan sonra bizler neyiz peki?
*
HİKÂYE: 1960’lı yıllar… Elazığ akıl hastanesinden personelin bir ihmali sonucu bütün deliler kaçar, Elazığ’ın cadde ve sokaklarına dağılırlar.
Toplam 423 deli kaçmıştır.
Mülki makamlar panikler, Başhekime koşup, “Doktor bey ne yapalım” diye sorarlar. O zamanın ünlü doktoru Mutemet Bey hastanenin başhekimidir. Mutemet Bey, “Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin” der.
Doktor önde birkaç personeli arkasında kara trencilik oynayarak bütün Elazığ’ı “çuf çuf” nidalarıyla dolaşırlar. Başhekimin tahmini tutmuştur, bütün deliler bu kuyruğa girer vagon olurlar.
Lokomotif, yani başhekim Mutemet Bey yönünü hastaneye çevirince tüm kaçan deliler hastaneye geri dönmüş olurlar. 
Sorun çözüldüğü için hem mülki makamlar ve doktorlar, hem de trencilik oynayıp hastaneye döndükleri için de deliler hallerinden çok hoşnuttur. (İnternetten)
Olayın en ilginç yanı akşam sayımında ortaya çıkacaktır.
Hastaneye trencilik oynayarak gelenlerin sayısı 612  kişidir.
*
SİYASİ HİKÂYE: Adamın biri, Adnan Menderes’e “deli” dediği için mahkemeye verilmişti. Celsenin sonunda yargıç kararı okudu:
“Yirmi bir hapis!”
Adamcağız, biraz haktan hukuktan anlıyordu; itiraz etti:
“Yargıç Bey,” dedi. “Kabul ediyorum, Adnan Menderes’e deli dedim. Bu bir hakarettir, cezası bir yıldır. Çekmeye razıyım. Ama geri kalan yirmi yılı neden verdiniz?”
“Neden olacak,” dedi yargıç. Devlet sırrını ifşa etmekten!” (Akbaba, 1960)


04 AĞUSTOS 2016, BirGün