12 Eylül faşizmi STK’lara yaptığı gibi Türkiye Yazarlar Sendikası
(TYS) kapısına da kilit vurmuştur.
Ama bir süre sonra TYS haklı gerekçelerle kapısındaki kilidi
kıracak ve yeniden çalışmalarına başlayacaktır.
Kongre zamanıdır.
Başkan Aziz Nesin, kongrede çoğunluğun sağlanması için bütün TYS
üyelerini aramıştır.
Görev zamanıdır.
Erdal Alova ile Kadıköy’de buluşup kongreye gidilecek.
Haldun Taner Tiyatrosu’nun karşısındaki küçük parkta, sağ kolunu
yastık yapmış, üzerindeki lacivert hırkasıyla Can Yücel uyumaktadır.
Sorulur:
“Baba bu ne hal?”
“Çocuklar, dün gece Bostancı Hatay’da içtik. Nasıl oldu
hatırlamıyorum, sabaha karşı beyaz çarşaflar içinde uyandım. Karakol desem,
beyaz çarşafın karakolda işi ne? Ev mi, otel mi, sıkıldım, kalkıp buraya
geldim.”
Alova durumu anlattır, mutlaka kongreye gitmemiz gerektiğinden söz
eder.
Can Baba, “Bir cep kanyağı alın, beraber gidelim” deyince yola
revan olunacaktır.
İki yudum kanyaktan sonra Can Baba, TYS başkanlığına aday olacağını
anlatmaya başlar.
Kongrenin yapılacağı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti salonu lebalep
doludur. İzmir’den, Ankara’dan, Adana’dan ülkenin başka illerinden ne kadar TYS
üyesi varsa kongreye gelmiştir.
Kongre, olması gereken bir çalışma düzeninde yürümektedir.
Ben, Alova, Behçet Aysan, Eray Canberk, daha birkaç kişi hemen bir
yönetim kurulu listesi hazırlar ve başkan adayımız olarak da Can Yücel’in adını
yazarız.
Sıra, başkan adaylarının konuşmalarına gelmiştir.
Can Baba’ya sıra gelince, müthiş bir övgüyle Aziz Nesin’den söz
etmeye başlayacaktır.
Herkes şaşkınlık içindedir.
Baba, sabah konuştuklarımızın tam tersini söylemekte, Aziz Nesin’in
onun deyişi ile “Sanduka” için bir şans olduğunun ısrarla altını çizmektedir.
Bir saate kadar konuştuktan sonra kürsüden inince hemen çevresi
sarılır.
“Baba, ne oldu senin başkanlığın?”
“Çocuklar” diyecektir, “ben de adaylığımı koysaydım, oylar
bölünecek, sanduka yeteneksiz (TYS tüzüğüne göre bir kitap da çıkarsalar
sendika üyesi idiler) kişilerin eline geçecekti. Ben politikacı bir babanın
oğluyum, politikadan anlarım yani… Aziz Nesin bunların hepsinden iyidir.”
Akşam yaklaşmaktadır, iki tek atmanın zamanıdır.
Fakat Pazar günü olduğu için Cağaloğlu’nda her yer kapalıdır.
Sirkeci’de Gar Lokantası’na gitmeye karar verilir, Behçet Aysan da
oradan Harem’e geçecek, Ankara’ya gidecektir.
Bir taksiye binilir, Can Baba önde, Alova, Aysan ve ben arkada…
Taksi, tam Vilayet binasının önünden geçerken Can Baba, pencereyi
açacak ve Kenan Evren ile şürekasına gamatayı basacaktır.
Bunun üzerine Can Baba yaşında gösteren şoför, birden el frenini
çekecek ve “Sen nasıl cumhurbaşkanımıza küfür edersin?” diye bağıracaktır.
Can Baba, bir süre şoförün yüzüne baktıktan sonra şöyle diyecektir.
“O cumhurbaşkanı var ya, o cumhurbaşkanı, ben Samsun’un Çukomuko
kasabasında imamdım. İki karım, yedi çocuğum var. O cumhurbaşkanı beni işimden
etti, imamlığa elimden aldı.”
Kısa bir sessizlikten sonra yola devam edilir.
Sirkeci’ye gelindiğinde şoför taksi ücretini eliyle ittikten sonra,
hızla Can Baba’nın kapısını açacak, “Hocaefendi” diye ellerine sarılacaktır.
Can Baba’dan bir imam hikâyesi daha:
1953’te Kore savaşına katılan Türk Tugayı’nda “çevirmenlik” yaparak
askerliğini tamamlayacak, bu arada Abdi İpekçi ile bu tugayda arkadaş
olacaktır.
O günlerden güzel anıları vardır.
Birisini şöyle anlatacaktır:
“Kaçakçılık yapanlar vardı o zamanlar. Kaçakçılık yapanlardan
askerlerden biri de tugayın imamıydı. Tugay Komutanı Cemal Madanoğlu adamı
hapse attırdı. Bir süre sonra imam hapisten çıktı, ama namaz da kıldırmadı bir
daha. Kızgınlıktan greve gitmişti imam efendi. İşte ilk ve son olarak bir
imamın grevini Kore’de gördüm.”
25 AĞUSTOS
2016, BirGün