29 Ocak 2016 Cuma

HABER ALINDIĞINA GÖRE…

Ressam Elif Naci ile Peyami Safa, Vefa Lisesi’den arkadaştırlar. Lisenin resim öğretmeni Şevket Dağ, edebiyat öğretmeni ise İbrahim Necmi Dilmen’dir.
Peyami Safa, güzel resim yapar ve Şevket Dağ’dan hep on alır, Elif Naci ise altı…
İbrahim Necmi ise Elif Naci’ye on verir, Peyami Safa’ya altı…
Elif Naci, liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirecek, bu arada ressam İbrahim Çallı ile birçok gün ve gece içki masasını paylaşacaktır.
Hatta içkide hocası Çallı’dan aşağı da kalmayacaktır.
Bir gün dostları, “Elif Naci’nin Çallı’nın öğrencisi olduğu belli, maşallah iyi içiyor” deyince Çallı şöyle açıklayacaktır düşüncesini:
“Vallahi ben ona resim yapmasını öğrettim, o rakı içmesini öğrenmiş, ne yapayım!”
Ben “Cumhuriyet”te çalışırken Elif Naci, kırk yıldır arşiv sorumlusuydu. Ama arşivciliğinden çok, biz onu Agop Arad ile gazetenin iki ressamı olarak bilirdik.
Yeniler pek bilmez, nitekim Elif Naci, 1933 yılında kurulan “D Grubu”nun beş ressamından biriydi.
D Grubu” beş ressamdan (Zeki Faik İzerNurullah BerkElif NaciCemal TolluAbidin Dino), bir de heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’ndan oluşmaktaydı. Abidin Dino’nun deyişi ile “Türkiye’deki ilk avant-garde resim grubu” idi.
Grup; Osmanlı Ressamlar CemiyetiSanayi Nefise Birliği (Güzel Sanatlar Birliği), Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği'nden sonra Türkiye'de kurulan dördüncü sanatçı birliği idi.
Buradan yola çıkarak Nurullah Berk'in önerisiyle Türkçe alfabenin dördüncü harfi “D”yi kendilerine isim olarak seçmişlerdi.
Bedri Rahmi Eyüboğlu D Grubu sergilerinin açılış serüvenlerini 1932 yılında yazdığı “Paris Anıları”nda anlatacaktır. (Bu Anadolu Var ya..., Bilgi Yayınevi, 1993)
Grubun kurucularından Elif Naci, gazetede boş kaldığı zamanlarda şöyle bir haber döktürür:
“Haber aldığımıza göre D Grubu ressamları 15 gün sonra bir resim açacaklardır. Sergide şu ressamların eserleri bulunacak ve şu güne kadar açık kalacaktır.”
İşin güzeli açılacak bu sergiden Grup arkadaşlarının hiçbirinin haberi yoktur.
Ertesi gün Elif Naci’ye gidilir, haberin içeriğini öğrenmek üzere...
“Gerçekten böyle bir sergi var mı?”
Elif Naci’nin yanıtı, “Kardeşim, gazete yazdığına göre doğrudur” olacaktır.
Gerçekten de Elif Naci’nin haberinin yazdığı sergi açılır ve kapanır.
Bedri Rahmi, sergilerin en önemli özelliğini ile şöyle belirliyor:
“Sergilerin hepsi bir konferansla açılırdı. Ahmet Hamdi, Necip Fazıl, Peyami Safa, Burhan Toprak muhakkak bir konferans verirlerdi. Bu arada Peyami Safa öküz gözü ile insan gözü arasındaki farkları incelerdi. Necip Fazıl boşluğu ense kökünde taşıyanların, çerçevesiz olan ressamların mavi zaviyeleri arasındaki münasebetleri mukayese ederdi.”
Bedri Rahmi böyle yedi-sekiz sergi açıldığını ve hiçbirinin tek resim satılmadan kapandığını anımsatıyor.
Ama bu da uzun sürmeyecek, bir süre sonra resimler alıcı bulacaklardır.
Örneğin Abidin Dino “Kısa Hayat Öyküm”de, 1930’lu yılların başında bu sergilerde sattığı resimlerle yaşamını sürdürdüğünü anlatacaktır.
Bedri Rahmi, “Yeni Adam”ın Ocak 1935 tarihli sayısında ise D Grubu’nun dördüncü sergisinin “acıklı hikâyesi”ni anlatacaktır.
Sergi Saray Sineması yanındaki Galatasaraylılar Kulübü’nde açılır. Sergiye girmek için büyükçe bir apartman kapısı vardır. Bu kapının camları üzerine sergi kataloglarından bir kaç tanesi yapıştırılır.
Bir süre sonra sergiye katılan bazı ressamlar apartmanın kapıcısı tarafından aranacaktır: “Bu kapının üzerindeki resimleri derhal kaldırın!”
Ressamların şaşkınlığını görünce ekleyecektir:
“Burada aile oturuyor.”
Apartmanda oturanların ahlakını bozacağından korkulan şey, D Grubu’nun minnacık kataloğundaki yine minnacık bir çıplak resimdir.
Ve resim kaldırılır.
Ama o sırada apartmanın kapısı üzerinde iki insan büyüklüğünde, Amerikalı bir şehvet yıldızının çıplak baldırları sallanmaktadır.
  
28 OCAK 2016, BirGün


21 Ocak 2016 Perşembe

ŞAİR ADINI DEĞİŞTİRİYOR

İlhan Berk ilk şiir kitaplarından "Güneşi Yakanların Selamı", "Türkiye Şarkısı" ve "Günaydın Yeryüzü"nde adının başında "N" harfini eksik etmemiştir.
Necati Cumalı ilk şiirini 1939 yılında Urla Halkevi'nin dergisi "Ocak"ta "Ahmet Necati" adıyla yayımlar.
Bir de bakar ki, çevresinde "Ahmet" adında birçok şair bulunmakta: Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmed Arif, Ahmet Oktay, Ahmet Köksal...
"Bir Ahmet eksik olsun" diyecek ve daha sonraki şiir ve yazılarına imzasını "Necati Cumalı" olarak atmaya başlayacaktır.
Yaşar Kemal’in isim babası Abidin Dino’dur.
Yaşar Kemal 1951’in mayıs ayında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başlar. 6-7 ay önce hapisten çıkmıştır ve yakalanma macerası bütün gazetelerde yer almıştır. Yazılarında Kemal Sadık Gökçeli adını kullanmaktadır. Dino’nun önerisiyle adını Yaşar Kemal olarak değiştirir. Polis, ancak iki yıl sonra, 1953’te Gökçeli’nin Yaşar Kemal olduğunu öğrenecektir.
Behçet Hoca da “Necatigil” olmadan ilk şiir kitabı “Kapalı Çarşı”yı Behçet Necati adıyla imzalayacaktır.
Cemal Süreya ise Cemal Süreya olmadan önce Cemalettin Seber'dir.
Hikâyesini Zeynep Oral anlatıyor:
“Cemalettin Seber, Süreyya adını bir dağ başında buldu.
Bilecik'teydi. Orta ikideydi.
Bilecik'te karayollarının yol yapımı çalışmalarında çadır bekçiliği yapıyordu. Dağın il merkezine çok uzak bir yerinde... Sabah erkenden işçiler kamyonlarla çıkıp giderler; o, akşam dönüşlerine kadar çadırları beklerdi.
Üç ay boyu, yani koskoca bir yaz tatili boyu kızgın güneşin altında ya da çadırların boğucu gölgesi içinde düş kurdu: O, yazar olacaktı.
Yazar olacağı için adını değiştirdi. Cemalettin Seber, Cemal Süreyya oldu.” (Folklor Şiire Düşman, Can Yayınları,1992)
"Seber" olan soyadını şiirlerinde hiç kullanmayacak, "Süreyya"daki iki "y"den birini 1956’da yayımlanışının ardından, ilk kitabı "Üvercinka"da da yer alan "Elma" başlıklı şiirinin son mısraı olarak yazdıktan sonra da atacaktır.
Yazar ve şairlerin “takma ad” kullanmaları bir yana, herkese bir ad takma konusunda kimse İlhami Bekir Tez’in eline su dökemez.
Cemal Süreya’ya göre “Hoca herkese bir ad takmıştır. Herkes birbirini bu adla çağıracaktır. yoksa ağır bir ceza öder. Birkaç ad: Afrika Aslanı, Sorumsuz Nişanlı, Gevşek Mavi Kravatlı, Uzay Gerillası, Dişi Kuşlar Eleştirmeni, Aşina, Adam’ın Ta Kendisi, Gılay...”
Soyadını değiştirenler arasında Süreyya Berfe’nin ilginç bir öyküsü vardır. (Mehmet Kâzım: Süreyya Berfe’yle Hayattan Şiire, Dünya Kitapları, 2005)
1965 yılının bahar aylarıdır. Altunizade'de tiyatrocular ile şair ve yazarlar çift kale maç yapmaktadırlar. Kimler yoktur ki takımlarda: Memet Fuat, Haldun Taner, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Adnan Özyalçıner, Murat Belge, Erdal Öz, Orhan Kemal, Turgut Uyar, Hikmet Süreyya Kanıpak…
Yenilen takım yenen takıma Salacak'taki Arabın Yeri'nde yemek ısmarlayacaktır.
Hikmet Süreyya Kanıpak’ın babası Acıbadem’de bir Anadolu lisesinde öğretmendir. Yakında emekli olacaktır.
O sırada H. Süreyya Kanıpak’ın “Yön” dergisinde bir şiiri çıkar. Öğrencileri "Bu şair sizin neyiniz oluyor?" diye sorunca Süreyya’nın  babası şiiri okuduktan sonra "Böyle biri yok bizim ailede" diyecektir.
Ve Süreyya, babasına bir şey söylemeden soyadını değiştirmeye karar verir.
Yine Altunizade'deki bir maç sonrası toplanılır. Süreyya kararını açıklar. Herkes bir soyadı önerir. Ülkü Tamer "Şenşiir" der, Cemal Süreya "Berfe"…
Berfede karar kılınır.
"Berf” Kürtçede “kar” demektir. Berfe de karlı dağlarda, güneş doğmadan, şafak sökmeden önceki ilk, hafif ışık anlamına gelmektedir.
Süreyya bu soyadını kullanacaktır ama, Cemal Süreya, Ahmed Arif’ten izin alınması gerektiğini söyler. Çünkü Ahmed Arif bir gün evlenip de oğlu olursa, adını Berfe koyacaktır.
Süreyya, Ahmed Arif’i arar, durumu anlatır, "Senin yüzünü kara çıkarmam, namussuzluk, ahlaksızlık, deyyusluk, sululuk, yalakalık etmem" der. Ahmed Arif’in yanıtı da "Al ulan, tepe tepe kullan, senin olsun" olacaktır.
Bana sorarsanız, şiirlerimde Refik Durbaş’tan başka imza kullanmadım.

21 OCAK 2016, BirGün



7 Ocak 2016 Perşembe

BEŞ LİRANIN HİKMETİ...

Ahmed Arif, elinde tahta bavulu, sırtında çarşafsız yorganı, sağında solunda iki polis memuru ile Ankara garından trene binmiştir...
Bileklerinde annesinin nakışlı mendili misali kelepçe...
Paramparça bir canla Eskişehir üzerinden İstanbul’a uzanmakta yolu...
Tren Eskişehir’de duruyor, iki köylü biniyor, biri erkek, öteki kadın...
Kadın bakıyor, dışarıda delikanlı bir bahar, yanında iki polis arasında bir yiğit...
Soruyor bir ara:
“Suçun nedir evladım?”
Ne desin, şiirinden başka bir “suç”un gölgesi düşmemiş ki künyesine...
“Sevdadır” diyor kısaca, ağulardan süzülmüş sesiyle...
Birden kadının yüzü aydınlanıyor. Çıkınını açıp para vermek istiyor.
Ahmed Arif almıyor, oysa cebinde beş liradan başka parası yok.
Aynı tarihte ekmek kapısının kilidini açmak için Adana’dan İstanbul’a yola çıkan Yaşar Kemal’in de cebinde ancak beş lirası vardır.
Anasının balmumundan muşamba yapıp diktiği torbanın içine koyduğu malını mülkünü sırtladığı gibi önce Ankara’ya gider.
İki-üç gün yolculuktan sonra Abidin Dino’nun evine ulaşır.
Oktay Rifat ile Güzin Dino da evdedirler.
Söz arasında Abidin Dino, Yaşar Kemal’e ne yapmak istediğini sorar.
Arif Dino’nun kendisini Cumhuriyet gazetesine aldıracağını söyler. Cumhuriyet işi olmazsa Orhan Kemal ile İstanbul’da buluşacaklar, bir el arabası alarak sebze-meyve satacaklardır.
Bu da olmazsa Yeni Cami arkasında arzuhalcilik yapacaktır.
Abidin Dino, “İstanbul’a gidiyorsun ya ne kadar para var cebinde?” diye bir daha sorar.
Sonra elindeki Osmanlı kesesine benzeyen bir keseyi Yaşar Kemal’e verir:
“Bunun içinde elli lira var, bu da az ya...”
Kesenin içi bozuk para doludur.
Ve Yaşar Kemal’i otobüsle İstanbul’a uğurlamaya karar verirler.
Sonrasını Yaşar Kemal şöyle anlatacaktır:
Abidin Dino, Oktay Rifat, ben evden çıktık, Oktay Rifat yolda ayrıldı. O zamanlar otobüs terminali tren istasyonunun yanındaydı. Abidin Dino benden iki buçuk lira aldı gitti, benim İstanbul biletimi getirdi. Otobüs yarım saat sonra kalkacaktı. Hazırlanıyordu.
Dolaşarak konuştuk. Otobüs kalkış saati geldi, çağırdılar. Abidin Dino’yla öpüştük. Öpüştük ya, Abidin Bey orada öylece durdu kaldı. Otobüs beni çağırıyor. Abidin Dino’nun bana söyleyecek bir şeyi var ki söyleyemiyor. Yanına gittim, “Abidin Bey, bir şey mi söyleyecekti­niz bana?” diye sordum. O, utana sıkıla, “Sen oradan bana 75 kuruş versene,” dedi. Her şeyi anladım. Evde ne kadar para varsa torlamış toplamış bana vermişlerdi. Seve seve ona 75 kuruşu verdim. (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Adam Yayınları, 1996)
 Abidin Dinoo gider­ken arkasından da, “Abidin Bey o yetmiş beş kuruş size ananızın sütü gibi helal olsun,” diye sağanaklı bir nara patlatacaktır.

07 OCAK 2016, BirGün