17 Haziran 2013 Pazartesi

ELLERİNİZE VE YALANA DAİR

Bugünler ülkemin güzel, aydınlık, bilinçli gençleri, hiçbir ayrım gözetmeden, meşru haklarını kullanmak için alanlardalar.
Daha çok özgürlük, daha çok demokrasi için...
Daha çağdaş bir yaşam, yaşanılası daha “yeşil” bir dünya için...
Düşlerini, yaşamlarını, geleceklerini, doğalarını, doğallıklarını saran “yalan” çemberini kırmak için...
Şair çağının tanığıdır, gerçeği ve geleceği görendir, ışık tutandır.
Nâzım Hikmet de bu soy şairlerin başta gelenlerindendir.
Büyük Usta’yı, bütün kalbimle yanlarında olduğum gençlere bir “nasihat” niyetine 1948’de, tam 65 yıl önce yazdığı şiirle 50. ölüm yılında saygıyla anıyorum.

***

Bütün taşlar gibi vekarlı,        
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,        
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır        
ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz.

Arılar gibi hünerli, hafif,        
sütlü memeler gibi yüklü,        
tabiat gibi cesur        
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.          

Bu dünya öküzün boynuzunda değil,                    
                      bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.          

Ve insanlar, ah, benim insanlarım,        
yalanla besliyorlar sizi,        
halbuki açsınız,        
etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız.        
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
          
İnsanlar, ah, benim insanlarım,
hele Asyadakiler, Afrikadakiler,
Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik adaları
                 ve benim
memleketlilerim,
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu,        
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,        
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.          

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,        
Avrupalım, Amerikalım benim,        
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,        
ellerin gibi tez kandırılır,                             
                kolay atlatılırsın...          

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,        
antenler yalan söylüyorsa,        
yalan söylüyorsa rotatifler,        
kitaplar yalan söylüyorsa,        
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,        
ninni yalan söylüyorsa,        
rüya yalan söylüyorsa,        
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,        
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,        
söz yalan söylüyorsa,        
ses yalan söylüyorsa,        
ellerinizden geçinen                        
              ve ellerinizden başka her şey 
                 herkes yalan söylüyorsa,        
elleriniz balçık gibi itaatli,        
elleriniz karanlık gibi kör,        
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.        
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada                       
bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

13 HAZİRAN 2013, BİRGÜN



BIRAK GİTSİN ELVEDA, SEN BAŞKALDIRISIN

Nice acılardan süzülmüş gençliğin.
Nice anılardan.
Nice hüzünlerden.
Darbelerden geçirmiş günlerini, dar geçitlerden gecelerini, dehlizlerden sabahını,                          
kör avlularda akşamını.
İkindisi bembeyaz yüzünde bir fotoğrafın, gözleri kelepçeli.
Aşkı illegal.
Umudu bereketli, yoncaların gölgesi vurmuş içtiği suya.
Onuru aydınlık çizgilerinde gün ışığının.
Kuyu diplerine vuran gün ışığının.
Dağ rüzgârlarına vuran gün ışığının.
Denizlere ad olan gün ışığının.
Soyadı emeğin, direncin, bilincin.
Karanfil kokulu özgürlüğün.
Parantez içine alınmış bir ünlem işareti değil senin yaşamın.
Gençliğin, bırak gitsin nereye isterse elveda.
Sen başkaldırısın.

*

Hiçbir çaban olmadı yalnızlığın tuzunu damıtmaya çağlayanlardan.
Sinikliğin, içine kapanıklığın değil.
Çökmüşlüğün değil.
Çürümüşlüğün değil.
Sesin, kır çiçeklerinin sesi serinliği uzun uçurumlardan.
Günlerin renkli resimleriyle kuşatılsa da gazetelerin.
Gecelerin ekranıyla televizyonların.
Uydu ve uyduruk düşlerle şehvetin.
Hiçbir sesin senin sesinden güçlü olmasına izin vermezsin mutlaka.
Gülün kokusunu düşün.
Gülün yaprağını da.
Dikenini de.
Gül yaprağıyla, dikeniyle, kokusuyla; kendisi olmasıyla güzel.
Sen kendinle, kendi gençliğinle güzelsin.
Hangi vedaların rüzgârıyla savrulursa savrulsun elvedalar.
Sen başını kaldırdığınca güzelsin.
Hayata ve ölüme.
Adı ve soyadı olan her şeye...


Masal anlatmıyorsun uzağında kalsa da “hatıra”lar.
Gülüşünden fışkıran coşkudur damarlarının labirentini dolaşan.
Kim, neyle ödeyebilir sınır tanımaz taşkınlığını?
Hangi bedelle?
Gençliğini yaşlandıkça içinde büyütüyorsun.
Nice kasırgalardan geçirdiğin günlerini.
Nice uçurumlardan gecelerini.
Niye özleyesin ki...
O kasırgaları da uçurumları da her gün her gece yeniden yeniden yaşamadın mı?
Doğrusu olan bu değil miydi?
Yerin altındaki unutuşun kanlı çiçeği.

Nice acılardan süzülmüş gençliğin.
Nice anılardan.
Nice hüzünlerden.
Darbelerden geçirmiş günlerini, dar geçitlerden gecelerini, dehlizlerden sabahını, kör avlularda akşamını.
İkindisi bembeyaz yüzünde bir fotoğrafın, gözleri kelepçeli.
Aşkı illegal.
Umudu bereketli, yoncaların gölgesi vurmuş içtiği suya.
Onuru aydınlık çizgilerinde gün ışığının.
Kuyu diplerine vuran gün ışığının.
Dağ rüzgârlarına vuran gün ışığının.
Denizlere ad olan gün ışığının.
Soyadı emeğin, direncin, bilincin.
Karanfil kokulu özgürlüğün.
Parantez içine alınmış bir ünlem işareti değil senin yaşamın.
Gençliğin, bırak gitsin nereye isterse elveda.
Sen başkaldırısın.

*

Hiçbir çaban olmadı yalnızlığın tuzunu damıtmaya çağlayanlardan.
Sinikliğin, içine kapanıklığın değil.
Çökmüşlüğün değil.
Çürümüşlüğün değil.
Sesin, kır çiçeklerinin sesi serinliği uzun uçurumlardan.
Günlerin renkli resimleriyle kuşatılsa da gazetelerin.
Gecelerin ekranıyla televizyonların.
Uydu ve uyduruk düşlerle şehvetin.
Hiçbir sesin senin sesinden güçlü olmasına izin vermezsin mutlaka.
Gülün kokusunu düşün.
Gülün yaprağını da.
Dikenini de.
Gül yaprağıyla, dikeniyle, kokusuyla; kendisi olmasıyla güzel.
Sen kendinle, kendi gençliğinle güzelsin.
Hangi vedaların rüzgârıyla savrulursa savrulsun elvedalar.
Sen başını kaldırdığınca güzelsin.
Hayata ve ölüme.
Adı ve soyadı olan her şeye...


Masal anlatmıyorsun uzağında kalsa da “hatıra”lar.
Gülüşünden fışkıran coşkudur damarlarının labirentini dolaşan.
Kim, neyle ödeyebilir sınır tanımaz taşkınlığını?
Hangi bedelle?
Gençliğini yaşlandıkça içinde büyütüyorsun.
Nice kasırgalardan geçirdiğin günlerini.
Nice uçurumlardan gecelerini.
Niye özleyesin ki...
O kasırgaları da uçurumları da her gün her gece yeniden yeniden yaşamadın mı?
Doğrusu olan bu değil miydi?
Yerin altındaki unutuşun kanlı çiçeği.
Yerin üstünde unutulmuşluğun kanlı çiçeği.
Kendi üzerine açılan gökyüzü.
Sevinci yazan şiir.
Senin şiirin.
Gençliğinin. Bırak gitsin kendi bulduğu acılarda konaklasın elvedası.
Sen kendine ait başkaldırıların acısında...

*

Bırak gitsin elveda, sen başkaldırısın.
Unutma, baş kaldırdıkça var olacaksın...

*

Baş kaldırdığınca seviyorum seni...

n üstünde unutulmuşluğun kanlı çiçeği.
Kendi üzerine açılan gökyüzü.
Sevinci yazan şiir.
Senin şiirin.
Gençliğinin. Bırak gitsin kendi bulduğu acılarda konaklasın elvedası.
Sen kendine ait başkaldırıların acısında...

*

Bırak gitsin elveda, sen başkaldırısın.
Unutma, baş kaldırdıkça var olacaksın...

*

Baş kaldırdığınca seviyorum seni...

06 HAZİRAN 2013, BİRGÜN

11 Haziran 2013 Salı

ŞAİRLER, “İÇKİ”DEN UZAK DURUN!

Uzun uzun anlatmaya gerek yok, ülkenin tarihi yeniden yazılmaya çalışılıyor. Yeni anayasa çalışmaları, ülke tarihinin yeniden yazılımı çabaları, “üç-beş çocuk”lu nüfus planlaması, “alkol” tartışmaları çerçevesinde yeni bir yaşam biçiminin dizaynı, gençleri kafası “kıyak-ayık” ayrımına tabi tutarak yeni bir nesil inşa edilmesi ve daha niceleri bu çalışmanın bir göstergesi...
Buradan yola çıkarak, yakın bir gelecekte “edebiyat” tarihimiz de yeniden yazılmaya başlanırsa şaşırmamak gerekir.
Gerçi, bunun ilk işaret şifeği geçen günlerde atıldı bile, “Şeker Portakalı” gibi kimi kitaplar yasak kapsamına alınarak, Edip Cansever’in “Masa” şiirinden “bira” sözcüğü sansürlenerek...
Biliyorsunuz, yeni “Alkol Yasası”na göre televizyonlarda içki kadehleri, sigara misali buzlanacak, hiçbir medyada reklamları dahi yer alamayacak.
Gençleri içkiye özendirmemek bahanesiyle bütün bunları yapanlar, şiirlerde, şarkılarda, türkülerde, romanlarda, kısaca “edebiyat” yapıtlarında geçen rakı, şarap misali içki adlarına tahammül edebilirler mi?
Düşünebiliyor musunuz, örneğin Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Madem ki Akşam Şiiri”...
“Mademki vakit akşam,
Madem ne evim barkım,
Ne de bir tek âşinam,
Açılsın gizli sofram,
Gelsin kadehte rakım,
Dostum, neşem ve şarkım!”
Bu şiirde geçen “rakım” sözcüğü ya buzlanacak, ya sansüre uğrayacak ya da muhtemeldir ki, milli içkimiz “ayran” ile değiş-tokuş edilecektir.
Bir roman ya da öyküde kahramanın kederinden kendini içkiye verdiğini düşünün, eli hemen bir kadehe değmecek midir?
Hele Ahmet Rasim misali yazarların, Can Yücel misali şairlerin, Fikret Mualla misali ressamların “anı”larını okumaya katiyyen tevessül etmeyin, müzmin bir “alkolik” olmanız işten bile değil!
Heykeltıraşlar, sakın ola elinde kadehle bir adamın heykelinden uzat durun!
Opera ve bale zaten topluma zararlı, olmasa da olur!
Şarkılar, türküler ayrıca müstehcen!
Kendi şiirlerim dahil hiç ezberim yoktur.
Ama Oktay Rifat “Kadeh” şiiri hep aklımdadır:
“Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü”
Yasaya göre yeniden, bir daha okuyalım?
“Burası meydan kahvesi
Ortalık kara katran
Apostol bu ne biçim yasa
Masamda karga sürüsü

Bardağımda ayran”

30 MAYIS 2013, BİRGÜN