7 Temmuz 2012 Cumartesi

YAŞAMLARI ZATEN CÜRÜM…


Televizyonda bir tartışma programında “taraftar” bir yazarın Kürtçe bir sözcüğü söyleyememesi üzerine “kafadar”ı bir yazar da “Ayy, bu dili öğrenmememiz ne kadar da ayıp” mealinde bir şeyler gevelemişti.
Bu tartışma, Arthur Miller ile Harold Pinter’in 80’ yılların ortalarında PEN adına Türki­ye’yi ziyaretlerini aklıma getirdi.
İki yazar o yıl, onlarca yazar, bilim adamı ve sendikacı ile tanışır, konuşurlar.
O günlerde Pinter, Barış Derneği davasıyla ilgili olarak bir partiye gitmiştir. (Elbette siyasi bir parti değil, o yıllar pek revaçta olan “Papatya”ların partisi olsa gerek.) Kendi deyişiyle “son derece çekici ve zeki” iki genç kadınla karşılaşır. Barış Derneği Davası üzerine konuşurlar. Pinter, bu dava üzerine düşüncelerini sorar kadınlara. Sonrasını Pinter şöyle anlatacaktır:
“Aman”, dediler, “hak etmişlerdir herhalde.” “Ne de­mek istiyorsunuz, niçin hak etmiş olsunlar?” diye sor­dum. “Canım”, dediler, “herhalde komünisttirler. Ko­münizme karşı kendimizi korumamız lazım,”
Ben de, “Herhalde dediğiniz zaman, elinizde ne gibi kanıtlar var?” diye yanıtladım.
Tabii, ellerinde hiçbir kanıt yok­tu. Cahillerdi aslında.
Onlara Türkiye’de işkence konu­sunda neler bilip bilmediklerini sordum daha sonra, omuz silkip, “Biliyorsunuz, komünist komünisttir” de­diler.
“Peki, işkenceler için ne diyeceksiniz?” diye sor­dum.
Bir tanesi, yüzüme bakıp cevap verdi, “Nasıl dü­şünebiliyorsunuz böyle bir şey?”
“Yani”, dedim, “benim durumum daha mı zor işkenceye uğrayanlardan?”
Yine omuz silkip, “Herıld” dediler.
Az kalsın boğabilirdim, kendime geldim birden, oturdum bir yere ve bu doğ­ru öfkemden Bir Tek Daha’yı yazmaya başladım. Hemen bir anda olan bir şey, evet. Ama, oyunu yazmama yal­nızca bu neden olmadı. Konu aklımdaydı.”
Bu konuşma daha sonra Pinter’in iki kısa oyunu, ‘Bir Tek Daha” ve “Dağ Dili”nin başlangıcında yer alacaktır. (İki oyun daha sonra Aziz Çalışlar’ın Türkçesiyle kitap olarak Kavram Yayınları arasında çıkacaktır.)
Pinter, iki oyunda da temelde işkence olgusu üzerin­de duruyor.
Kendi deyişiyle “birçok hükümetin bulaştı­ğı işkence, yani resmi işkence olgusu.”
“Dağ Dili” ise anadili konuşması yasaklanan yaşlı bir kadının öyküsü…
Aslında bu olgu da işkenceden başka bir şey değil. İşkencenin başka bir tü­rü…
Olay örgüsü oldukça naif. Olayın geçtiği yer ve zaman önemli değil. Dünyanın herhangi bir yerinde olabilir.
Pinter, ger­çi Türkiye’deki bir “görüşme”den etkilendiğini söylüyor­sa da bu, dünyanın ister Batı’da ister Doğu’da olsun herhangi bir ülkesi de olabilir.
Kısaca sorgucu ile sorgulananın karşı karşıya duruşu iki oyunun da omurgasını oluşturuyor. Genel anlamda ise Pinter, sorgucu ile sorgulananın kimliğinde “Otorite”yi irdeliyor. Pinter’e kulak verelim yine:
“Cürüm diye bir şey yok ortada, ancak şu var, her şey, yani otorite olarak bu adamların yaşamları cürüm zaten. Kendi varoluşları cürüm, çünkü bu varoluş şu ya da bu biçimde kritik sorulara yol açıyor ya da öyle olduğu or­taya çıkıyor. Şili’de de, Çekoslovakya’da da insanın ba­şı derttedir demektir.”
Öyleyse ana dilini konuşamayan insan da işkence altında de­ğil mi?
Ya da bu insana işkence yapanın yaşamı da cürüm değil mi?
Peki, bu oyunlar bugün bir tiyatroda sahnelenebilir mi?
Bence hiç gerek yok, ülke genelinde her gün oynanıyor zaten…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Ahmet Hakan’ın deyişi ile “Cicili bicili ve Mevlânâlı plaj kitabı” yazarı, “Radikal”da yayınlanan konuşmasında şöyle buyurmuş: “Eski kelimelere oldum olası sevdam var, öteden beri böyle. Kelime eskimez aslında. Olsa olsa yaşlanır. Yaşlanan bir insana hürmet ediyoruz, yaşlanan bir kelimeye niye etmeyelim?” Doğrudur, kelimeler eskimez. Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın ya da Pir Sultan’ın kullandığı kelimelere “eskidi” diyebilir miyiz? Peki, kelimelerin yaşlandığı nereden çıktı? “Reisicumhur” yaşlı da, “cumhurbaşkanı” ondan çok mu genç bir kelime? Eskiden evlerimizde “tel dolap”lar vardı. Sonra “Frijder” çıktı, yani bir buzdolabı markası “buzdolabı” yerine kullanılır oldu. Kasapların vitrininde şöyle bir tabela bulunurdu: “Etlerimiz frijdededir.” Fakat halk, tel dolabı bırakınca “frijder” yerine “buzdolabı” kelimesini kullanmaya başladı. Bir buzdolabı üreticisi “buzdolabı” yerine “soğutucu” demeyi tercih ettiyse de, bu da kısmen kullanılır oldu. Ne yani, şimdi “frijder” yaşlandığı için mi kullanımdan kalkmış oluyor? Bir yazar popüler olacağım diye her olanağı kullanabilir, ama saçmalığın da bir sınırı olmalı…

HASAR

Teninin hangi uçurumunda
saklı durur ömrümün rüzgârı?

05 TEMMUZ 2012, BİRGÜN

Hiç yorum yok: