Televizyonda bir tartışma programında
“taraftar” bir yazarın Kürtçe bir sözcüğü söyleyememesi üzerine “kafadar”ı bir
yazar da “Ayy, bu dili öğrenmememiz ne kadar da ayıp” mealinde bir şeyler
gevelemişti.
Bu tartışma, Arthur Miller ile Harold
Pinter’in 80’ yılların ortalarında PEN adına Türkiye’yi ziyaretlerini aklıma
getirdi.
İki yazar o yıl, onlarca yazar, bilim
adamı ve sendikacı ile tanışır, konuşurlar.
O günlerde Pinter, Barış Derneği
davasıyla ilgili olarak bir partiye gitmiştir. (Elbette siyasi bir parti değil,
o yıllar pek revaçta olan “Papatya”ların partisi olsa gerek.) Kendi deyişiyle
“son derece çekici ve zeki” iki genç kadınla karşılaşır. Barış Derneği Davası
üzerine konuşurlar. Pinter, bu dava üzerine düşüncelerini sorar kadınlara. Sonrasını
Pinter şöyle anlatacaktır:
“Aman”, dediler, “hak etmişlerdir
herhalde.” “Ne demek istiyorsunuz, niçin hak etmiş olsunlar?” diye sordum.
“Canım”, dediler, “herhalde komünisttirler. Komünizme karşı kendimizi
korumamız lazım,”
Ben de, “Herhalde dediğiniz zaman,
elinizde ne gibi kanıtlar var?” diye yanıtladım.
Tabii, ellerinde hiçbir kanıt yoktu.
Cahillerdi aslında.
Onlara Türkiye’de işkence konusunda
neler bilip bilmediklerini sordum daha sonra, omuz silkip, “Biliyorsunuz,
komünist komünisttir” dediler.
“Peki, işkenceler için ne diyeceksiniz?”
diye sordum.
Bir tanesi, yüzüme bakıp cevap verdi,
“Nasıl düşünebiliyorsunuz böyle bir şey?”
“Yani”, dedim, “benim durumum daha mı
zor işkenceye uğrayanlardan?”
Yine omuz silkip, “Herıld” dediler.
Az kalsın boğabilirdim, kendime geldim
birden, oturdum bir yere ve bu doğru öfkemden Bir Tek Daha’yı yazmaya
başladım. Hemen bir anda olan bir şey, evet. Ama, oyunu yazmama yalnızca bu
neden olmadı. Konu aklımdaydı.”
Bu konuşma daha sonra Pinter’in iki kısa
oyunu, ‘Bir Tek Daha” ve “Dağ Dili”nin başlangıcında yer alacaktır. (İki oyun
daha sonra Aziz Çalışlar’ın Türkçesiyle kitap olarak Kavram Yayınları arasında
çıkacaktır.)
Pinter, iki oyunda da temelde işkence
olgusu üzerinde duruyor.
Kendi deyişiyle “birçok hükümetin
bulaştığı işkence, yani resmi işkence olgusu.”
“Dağ Dili” ise anadili konuşması
yasaklanan yaşlı bir kadının öyküsü…
Aslında bu olgu da işkenceden başka bir
şey değil. İşkencenin başka bir türü…
Olay örgüsü oldukça naif. Olayın geçtiği
yer ve zaman önemli değil. Dünyanın herhangi bir yerinde olabilir.
Pinter, gerçi Türkiye’deki bir
“görüşme”den etkilendiğini söylüyorsa da bu, dünyanın ister Batı’da ister
Doğu’da olsun herhangi bir ülkesi de olabilir.
Kısaca sorgucu ile sorgulananın karşı
karşıya duruşu iki oyunun da omurgasını oluşturuyor. Genel anlamda ise Pinter, sorgucu
ile sorgulananın kimliğinde “Otorite”yi irdeliyor. Pinter’e kulak verelim yine:
“Cürüm diye bir şey yok ortada, ancak şu
var, her şey, yani otorite olarak bu adamların yaşamları cürüm zaten. Kendi
varoluşları cürüm, çünkü bu varoluş şu ya da bu biçimde kritik sorulara yol
açıyor ya da öyle olduğu ortaya çıkıyor. Şili’de de, Çekoslovakya’da da
insanın başı derttedir demektir.”
Öyleyse ana dilini konuşamayan insan da
işkence altında değil mi?
Ya da bu insana işkence yapanın yaşamı
da cürüm değil mi?
Peki, bu oyunlar bugün bir tiyatroda
sahnelenebilir mi?
Bence hiç gerek yok, ülke genelinde her
gün oynanıyor zaten…
ŞAİRİN
NOT DEFTERİ
*Ahmet Hakan’ın deyişi ile “Cicili
bicili ve Mevlânâlı plaj kitabı” yazarı, “Radikal”da yayınlanan konuşmasında
şöyle buyurmuş: “Eski kelimelere
oldum olası sevdam var, öteden beri böyle. Kelime eskimez aslında. Olsa olsa
yaşlanır. Yaşlanan bir insana hürmet ediyoruz, yaşlanan bir kelimeye niye
etmeyelim?” Doğrudur, kelimeler eskimez. Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın ya da
Pir Sultan’ın kullandığı kelimelere “eskidi” diyebilir miyiz? Peki, kelimelerin
yaşlandığı nereden çıktı? “Reisicumhur” yaşlı da, “cumhurbaşkanı” ondan çok mu
genç bir kelime? Eskiden evlerimizde “tel dolap”lar vardı. Sonra “Frijder”
çıktı, yani bir buzdolabı markası “buzdolabı” yerine kullanılır oldu.
Kasapların vitrininde şöyle bir tabela bulunurdu: “Etlerimiz frijdededir.”
Fakat halk, tel dolabı bırakınca “frijder” yerine “buzdolabı” kelimesini
kullanmaya başladı. Bir buzdolabı üreticisi “buzdolabı” yerine “soğutucu”
demeyi tercih ettiyse de, bu da kısmen kullanılır oldu. Ne yani, şimdi
“frijder” yaşlandığı için mi kullanımdan kalkmış oluyor? Bir yazar popüler
olacağım diye her olanağı kullanabilir, ama saçmalığın da bir sınırı olmalı…
HASAR
Teninin hangi uçurumunda
saklı durur ömrümün rüzgârı?
05 TEMMUZ 2012, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder