30 Temmuz 2012 Pazartesi

“DERSAADET” DİYE BİR SÖZLÜK


Seksenli yılların sonunda “Cumhuriyet”te içinde benim de olduğum bir özel haber servisi kurulmuştu. Beş arkadaştık ve röportajlar, dizi yazılar hazırlayacaktık. Herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Yalnız bir arkadaş vardı. Akşamüzeri, mesai bitmesine yakın, sağ elinde çantası, sol kolunun altında bir tomar kâğıt ve dosyalarla odaya girer, telaşla çalışmaya başlardı.
Sözüm ona ilginç araştırmalar yapma peşindeydi.
Sorulduğunda uzun uzun anlatırdı.
“İstanbul’da trafik ışıkları ne zaman konuldu? İlk kırmızı ışıkta hangi sürücü geçti? Boğaz köprüsünden para vermeden, kaçak geçen ilk arabanın plakası ne idi?”
Bir süre sonra servis dağıldı ve o arkadaşın hiçbir projesi ne yazık ki hayata geçmedi.
Mahmut Çetin’in hazırladığı “Dersaadet Sözlüğü”nün sayfalarını da bu duygular içinde karıştırdım. (İstanbul Ticaret Odası Yayınları)
Sözlük, gerçekten de farkında olmadığımız kimi ilginç “ilk”lerle bezeli…
Misal mi istersiniz?
Ahmet Hamdi Bey, 1880’de Zeyrek yokuşu başında “Eczane-i Hamdi” adıyla ilk Türk eczanesini açtı.
Sirkeci’de kurulu “Fertek Gazoz Fabrikası” Türkiye’de ilk meyve esanslı gazozu üretti.
Sesli çekilen ilk Türk filmi “İstanbul Sokakları”dır.
İstanbul’da ilk iki kahvehaneyi Halepli Hakem ve Şamlı Şems 1554’te Tahtakale’de açtılar.
Lahananın da anıtı olur mu demeyin?
Sözlük’den aynen aktaralım:
“Merzifon, lahanasıyla meşhur bir bölgemizdir. Merzifon’dan gelen askerler, Yeniçeriler’in Lahana Ocağı’na alınmış ve bu askerle ‘Lahanacı’ denilmiştir. Lahana Anıtı, Topkapı Sarayı’nın Marmara Denizi’ne bakan tarafında yer alan nişan taşıdır. III.Selim’in 434 adımdan tüfekle nişan alıp vurduğu yerde dikilmiştir. III.Selim, Yeniçeriler’in Lahana Ocağı’na mensup olduğu için, nişan alıp vurduğu noktaya ‘Lahana Anıtı’ dikilmiştir.” (s:125)
Fakat elli yıllık yazarlık hayatımda böylesine sübjektif bir “sözlük” görmedim.
Çalışmanın adı “Milliyetçi-muhafazakâr Dersaadet Sözlüğü” olsaydı anlaşılabilirdi.
Mahmut Çetin, kendi siyasal anlayışına göre ne kadar solcu kişi, sol kurum ve kuruluş varsa, hepsini “ötekileştirme”, yaftalama amacında…
Mesela Ötüken Neşriyat var da, Can Yayınları yok, onun yerine yazarın deyişi ile “Alevi kültürünü yayıncılığının temel bakış açısı olarak seçen Can Yayıncılık” var.
Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi var da, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi yok.
Sansaryan Han’da yalnızca “1944 yılında, aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu milliyetçi aydınlar” kalmıştır. Solcular Sansaryan’ın önünden dahi geçmemiştir sanki…
Son günlerde gündeme gelen “muhafazakâr sanat” da bu olsa gerek…
Ve sormak lazım: “Saadet bu sözlüğün neresinde?”

 ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Şair- çevirmen Anıl Meriçelli de sessizce çekip gitti anılarımızdan. Ülkü Tamer yazmasaydı kimsenin haberi olmayacaktı ölümünden. 1937 Muğla-Milas doğumluydu. 60’lı yılların ortalarında, Kemal Özer’in Beyazıt Beyaz Saray’da bulunan “Uğrak Kitabevi”nde tanımıştım. Sanırım ilk şiir kitabı “Mayıslara Açılan Kapı” yeni çıkmıştı. Çağdaş Amerikan-İngiliz şairlerinden çevirdiği şiirlerden oluşan bir de antolojisi vardı. Efendi, nazik, çelebi biriydi. Yüzü biraz da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın orta yaşının yüzüne benziyordu. Babıâli dağılınca herkes bir tarafa savrulmuştu. Son yıllarda ortalarda gözükmüyordu, baba mesleği dericilikle uğraşıyordu.
*TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin, mimarlığın toplumsallaşması kapsamında yürüttüğü çalışmaları içerisinde, mimarlık ve kent kültürü ile çocuk kültürünün buluşturulması hedefiyle 2002’den bu yana yürüttüğü “Çocuk ve Mimarlık” çalışmaları özel bir yer tutmakta. Mimarlar Odası, (Konur Sokak 4/3 Kızılay, Ankara) bugün ve yarın 14.00 – 16.00 saatleri arasında gerçekleştirilecek olan; mimarlık eğitimi, çalışma koşulları, iş olanakları gibi soruların konuyla ilgili uzmanlarca yanıtlanacağı meslek tanıtım günlerine üniversite tercihi yapacak bütün gençleri bekliyor.
 *“Sosyal hayatı olmayan biri için sosyal medya ne anlam ifade ediyor” dedi.

MİSAFİR

Dudağının gölgesi
kalbime düştüğü gün
memelerinin menekşesinde
nihayet bulur ömrüm

Misafirimdir o gün ölüm

26 TEMMUZ 2012, BİRGÜN

21 Temmuz 2012 Cumartesi

ŞAİRLER ÂŞIK OLURSA…


Ressam Fahir Aksoy’a göre Nurullah Ataç, “platonik âşığın tekidir.”
Aksoy ve arkadaşları bir gün Ankara Kutlu’da otururlarken Ataç telaşla içeri girer. Hemen Orhan Veli’ye yönelerek, “Senden bir ricam olacak!” der ve ekler:
“Biraz tuhaf ama, ben bu yaşta âşık oldum. Kızın da bundan haberi yok, olmasını da istemem. Şimdi senden ricam, bu kızın evini öğrenmendir. Ben kızın peşi sıra yalnız gidemem, benim yaşımda birine uygun düşmez. Ama sen gençsin, anlaşılsa bile olağan karşılanır. Kız biraz sonra buradan geçecek, peşinden gidip nerede oturduğunu öğrenebilir misin?”
Gerçekten de kız on – on beş dakika sonra önlerinden geçer.
Orhan Veli de Kutlu’dan çıkarak kızın peşine düşer.
Biraz sonra da gelir:
“Kızın evini öğrendim, Ataç Sokak, 15 numarada oturuyor.”
Evi öğrenen Ataç, bundan sonra sık sık Ataç sokağa gidecektir, üstelik kimi arkadaşlarını da yanına alarak…
Herkes de tutkuya dönüşen bu aşka saygı duymaktadır.
Fakat bir gün büyü bozulur.
Ataç, yine kızın evinin kapısı önüne geldiğinde Orhan Veli, “Beyefendi” der, “çok özür dilerim, sonradan araştırdım ki, kız bu evde değil, bir öteki apartmanda oturuyormuş… O evde oturan bir jandarma albayı imiş…”
Ataç, o anda deliye dönecek ve “Demek en içten duygularımı dile getirdiğin yerde bir albay oturuyormuş? Ben şimdi sana gösteririm!” dedikten sonra, şemsiyesini kılıç misali kullanarak Orhan Veli’nin üzerine yürüyecektir.
Oysa şair olarak Orhan Veli, eleştirmen Ataç’ın yere göğe sığdıramadığı şairlerin başında gelmektedir. Belki de bu olay nedeniyle son yıllarında Orhan Veli ile dargındır. Pek geçinemezler.
Ne zaman Orhan Veli’nin adı geçse Ataç, “Şakuli solucan” diyecektir.
Orhan Veli de Ataç için şöyle yazacaktır:
“Nurullah Ata
Tring Galata
Soğan salata”
Cahit Irgat da “Notos Kitap”tan çıkan anıları “Çok Yaşasın Ölüler”de Orhan Veli ile aynı kadını sevdiklerini anlatmaktadır:
“Bir kadına tutkundum o sıra. Bilmiyordum Orhan’ın da aynı kadına tutkun olduğunu. O bana küs gibiydi, soğuk. Ben ona küs gibiydim, soğuk. Sonra sorduk kadına.
-Seni seviyorum, dedi kadın.
O uzaklaştı bizden uzun bir süre. Sonra Lambo’da karşılaştık bir akşam, canciğer olduk o ölünceye kadar.” (s: 30)
Cahit Irgat, anılarında bir de dayak olayı anlatmakta…
Yıl 1935-36’dır. Ankara Devlet Konservatuarı yeni kurulmuştur. Sabahattin Ali diksiyon dersi vermektedir, Irgat da onun öğrencisi… Dostlukları hoca-öğrenci ilişkisi dışında ileri düzeydedir. Hatta Irgat Sabahattin Ali’ye şiirlerini okur, birlikte düzeltirler de…
Birkaç yıl sonra okula Türkçe dersi vermek için Cevdet Kudret gelecektir. Irgat’a göre Cevdet Kudret, “Türkçe üzerine fonetik de öğretiyordur. Oysa kendi dili, kendi fonetiği bozuktur. Bildiğini iyi bilmiyordur. Bilmediği için de öğretemiyordur.”
Bir süre sonra da araları bozulur, ama Sabahattin Ali, Irgat’tan yüz çevirecek, Cevdet Kudret’in tarafını tutmaya başlayacaktır.
Bunun üzerine nasıl Sabahattin Ali, Almanya’da lise müdürünü dövmeye kalkmışsa, Cahit Irgat da Cevdet Kudret’e aynı biçimde davranacaktır. Fakat Sabahattin Ali, Kudret ile birlikte olunca “kıçına tekme”yi yiyecektir. Bu olay da Irgat’ın konservatuvar öğrenimini yarıda bırakmasına neden olacaktır.                                         
Cahit Irgat’ın anıları aslında 1968 yılında bir dizi yazı olarak yayınlanmıştı. Turgut Çeviker, anıları titiz bir araştırma sonucu, Irgat’ın kimi yazıları ve ölümünün ardından yazılanları ekleyerek “Çok Yaşasın Ölüler” başlığı ile gün ışığına çıkarmış bulunuyor.
Yalnız 55. sayfada başlıksız bir şiir var, Akşam gazetesinde de 11.07.1968’de yayınlanmış. Çeviker, dipnotunda bu şiirin Irgat’ın kitaplarında yer almadığını söylüyor. Oysa aynı şiir, “Toprakta” başlığıyla Irgat’ın Adam Yayınları arasında 1991’de bütün şiirleri olarak çıkan “Irgat’ın Türküsü” kitabının 61. sayfasında yer almakta ve şiir şöyle:

Aynı renkte üstümüzde gökyüzü
Altımızda aynı toprak
Ve toprakta ölüler.

Ölüler, sorun yaşayanlara
Niçin ayrı gömüldüğünüzü

Bu arada “Siyasi-Edebi-İlmi Haftalık Gazete Servetifünun Uyanış”ın 12 Birinciteşrin (Ekim) 1939 Perşembe tarihli 2251. sayısında, o zaman şiirlerinde “Cahid Saffet” adını kulnanan Cahit Irgat’ın “Son Durak” başlıklı bir şiiri bulunmakta, ki aslında kitaplarında yer almayan şiir de bu…

Kal…mecrasına giriyor vücud,
Tanrım kapısını açacak bana.
Dünyanda sen mevcud, ben nâmevcud;
Gitmeli Tanrının yoklamasına…

19 TEMMUZ 2012, BİRGÜN

7 Temmuz 2012 Cumartesi

YAŞAMLARI ZATEN CÜRÜM…


Televizyonda bir tartışma programında “taraftar” bir yazarın Kürtçe bir sözcüğü söyleyememesi üzerine “kafadar”ı bir yazar da “Ayy, bu dili öğrenmememiz ne kadar da ayıp” mealinde bir şeyler gevelemişti.
Bu tartışma, Arthur Miller ile Harold Pinter’in 80’ yılların ortalarında PEN adına Türki­ye’yi ziyaretlerini aklıma getirdi.
İki yazar o yıl, onlarca yazar, bilim adamı ve sendikacı ile tanışır, konuşurlar.
O günlerde Pinter, Barış Derneği davasıyla ilgili olarak bir partiye gitmiştir. (Elbette siyasi bir parti değil, o yıllar pek revaçta olan “Papatya”ların partisi olsa gerek.) Kendi deyişiyle “son derece çekici ve zeki” iki genç kadınla karşılaşır. Barış Derneği Davası üzerine konuşurlar. Pinter, bu dava üzerine düşüncelerini sorar kadınlara. Sonrasını Pinter şöyle anlatacaktır:
“Aman”, dediler, “hak etmişlerdir herhalde.” “Ne de­mek istiyorsunuz, niçin hak etmiş olsunlar?” diye sor­dum. “Canım”, dediler, “herhalde komünisttirler. Ko­münizme karşı kendimizi korumamız lazım,”
Ben de, “Herhalde dediğiniz zaman, elinizde ne gibi kanıtlar var?” diye yanıtladım.
Tabii, ellerinde hiçbir kanıt yok­tu. Cahillerdi aslında.
Onlara Türkiye’de işkence konu­sunda neler bilip bilmediklerini sordum daha sonra, omuz silkip, “Biliyorsunuz, komünist komünisttir” de­diler.
“Peki, işkenceler için ne diyeceksiniz?” diye sor­dum.
Bir tanesi, yüzüme bakıp cevap verdi, “Nasıl dü­şünebiliyorsunuz böyle bir şey?”
“Yani”, dedim, “benim durumum daha mı zor işkenceye uğrayanlardan?”
Yine omuz silkip, “Herıld” dediler.
Az kalsın boğabilirdim, kendime geldim birden, oturdum bir yere ve bu doğ­ru öfkemden Bir Tek Daha’yı yazmaya başladım. Hemen bir anda olan bir şey, evet. Ama, oyunu yazmama yal­nızca bu neden olmadı. Konu aklımdaydı.”
Bu konuşma daha sonra Pinter’in iki kısa oyunu, ‘Bir Tek Daha” ve “Dağ Dili”nin başlangıcında yer alacaktır. (İki oyun daha sonra Aziz Çalışlar’ın Türkçesiyle kitap olarak Kavram Yayınları arasında çıkacaktır.)
Pinter, iki oyunda da temelde işkence olgusu üzerin­de duruyor.
Kendi deyişiyle “birçok hükümetin bulaştı­ğı işkence, yani resmi işkence olgusu.”
“Dağ Dili” ise anadili konuşması yasaklanan yaşlı bir kadının öyküsü…
Aslında bu olgu da işkenceden başka bir şey değil. İşkencenin başka bir tü­rü…
Olay örgüsü oldukça naif. Olayın geçtiği yer ve zaman önemli değil. Dünyanın herhangi bir yerinde olabilir.
Pinter, ger­çi Türkiye’deki bir “görüşme”den etkilendiğini söylüyor­sa da bu, dünyanın ister Batı’da ister Doğu’da olsun herhangi bir ülkesi de olabilir.
Kısaca sorgucu ile sorgulananın karşı karşıya duruşu iki oyunun da omurgasını oluşturuyor. Genel anlamda ise Pinter, sorgucu ile sorgulananın kimliğinde “Otorite”yi irdeliyor. Pinter’e kulak verelim yine:
“Cürüm diye bir şey yok ortada, ancak şu var, her şey, yani otorite olarak bu adamların yaşamları cürüm zaten. Kendi varoluşları cürüm, çünkü bu varoluş şu ya da bu biçimde kritik sorulara yol açıyor ya da öyle olduğu or­taya çıkıyor. Şili’de de, Çekoslovakya’da da insanın ba­şı derttedir demektir.”
Öyleyse ana dilini konuşamayan insan da işkence altında de­ğil mi?
Ya da bu insana işkence yapanın yaşamı da cürüm değil mi?
Peki, bu oyunlar bugün bir tiyatroda sahnelenebilir mi?
Bence hiç gerek yok, ülke genelinde her gün oynanıyor zaten…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Ahmet Hakan’ın deyişi ile “Cicili bicili ve Mevlânâlı plaj kitabı” yazarı, “Radikal”da yayınlanan konuşmasında şöyle buyurmuş: “Eski kelimelere oldum olası sevdam var, öteden beri böyle. Kelime eskimez aslında. Olsa olsa yaşlanır. Yaşlanan bir insana hürmet ediyoruz, yaşlanan bir kelimeye niye etmeyelim?” Doğrudur, kelimeler eskimez. Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın ya da Pir Sultan’ın kullandığı kelimelere “eskidi” diyebilir miyiz? Peki, kelimelerin yaşlandığı nereden çıktı? “Reisicumhur” yaşlı da, “cumhurbaşkanı” ondan çok mu genç bir kelime? Eskiden evlerimizde “tel dolap”lar vardı. Sonra “Frijder” çıktı, yani bir buzdolabı markası “buzdolabı” yerine kullanılır oldu. Kasapların vitrininde şöyle bir tabela bulunurdu: “Etlerimiz frijdededir.” Fakat halk, tel dolabı bırakınca “frijder” yerine “buzdolabı” kelimesini kullanmaya başladı. Bir buzdolabı üreticisi “buzdolabı” yerine “soğutucu” demeyi tercih ettiyse de, bu da kısmen kullanılır oldu. Ne yani, şimdi “frijder” yaşlandığı için mi kullanımdan kalkmış oluyor? Bir yazar popüler olacağım diye her olanağı kullanabilir, ama saçmalığın da bir sınırı olmalı…

HASAR

Teninin hangi uçurumunda
saklı durur ömrümün rüzgârı?

05 TEMMUZ 2012, BİRGÜN