23 Şubat 2017 Perşembe

ORHAN KEMAL VE BEKÇİ MURTAZA

Orhan Kemal, Türk romanının başyapıtlarından “Murtaza”yı önceleri, yıllar yılı yaza boza on beş-yirmi sayfa kadar yazmıştır.
Ellili yılların henüz başıdır ve Adana’dan İstanbul’a yeni gelmiştir.
18.10.1956’da Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta kendisini suyu çekilmiş değirmene benzetmektedir.
Odun-kömür parası yoktur, ev kirasını ödeyemez durumdadır.
Eşi ve çocuklarına elbise alamamış, kendisi de geçen yıllardan kalan pardesü ile idare etmektedir.
İşbu ahval ve şeraitte iken bir gün Yaşar Kemal, Tunç Yalman’a “Murtaza” romanından söz eder.
Yalman da ilgilenince Orhan Kemal, “Murtaza”yı verir, fakat gazetede yayımlanacağına hiç ihtimal vermiyordur.
Tefrikaya başlansa bile dört günde bitecektir çünkü...
Ve “Murtaza” 1952’de Vatan gazetesinde tefrika edilecek, ardından da Varlık Yayınları arasında çıkacaktır.
Peki, neydi Orhan Kemal’in “ecel terleri döke döke yazdım” dediği ve yarattığı tip ile yıllardır hem sinemada, hem tiyatro sahnesinde, hem de kitap olarak okurların beğenisinde yer tutan bu romanın sırrı?
“Kendi kendime çokluk sormuşumdur” diyor Orhan Kemal, “Murtaza, komik bir tip olmakla birlikte, örneğin, bir soytarı mıdır?”
“Hayır,” diye yanıtladıktan sonra da sırrını açıklıyor:
“Murtaza bence, elleri üzerinde yürümeyi olağan saymaya başlamış bir toplum, belki de bu dünyada, ayakları üzerinde yürüyen, başkalarının da böyle yürümeye zorlayan, kendi kendine inanmış bir kişidir. İçinde yaşadığı toplumla her an zıtlaşan, bitmez tükenmez çelişmelere düşen bir adam için toplum kalın bir çizgiyle kabaca ikiye ayrılmıştır; varlıklılar, yoksullar... Murtaza, kendisinin de yoksullardan olduğuna bakmadan, varlıklı kata gönlünü kaptırmıştır.”
Ölümünden bir yıl kadar önce, 1969’da “Murtaza”nın Cem Yayınevi tarafından yapılan yeni baskısı için de şöyle diyecektir:
“Kitabın üzerinde ‘roman’ yazıyordu, ama o haliyle ‘Murtaza’ bir ‘roman’ değil, olsa olsa bir ‘büyük hikâye’ydi. Kitabın yüz seksen sayfalık hacminden dolayı söylemiyorum bunu. Salt, romanı roman yapan şeylerin eksikliğinden...”
Elinde birçok malzeme vardır “Murtaza” üzerine...
İkinci cildini yazmaya niyetlenecek, ama ömrü vefa etmeyecektir...
“Murtaza”, edebiyat dışında sinemada da kendisine yer bulacak ve önce 1965’te bizzat Orhan Kemal’in yazdığı senaryo ve Tunç Başaran’ın rejisiyle filme alınacaktır.
“Murtaza”yı Müşfik Kenter’in canlandırdığı bu filmden sonra, 1984’de Ali Özgentürk, Işıl Özgentürk’ün senaryosu ile bir kez daha aktaracaktır “Murtaza”yı sinemaya...
Özgentük’ün “Bekçi” adıyla çektiği filmde Murtaza’yı bu kez Müjdat Gezen canlandıracaktır.
Bu arada Müjdat Gezen’e de geçmiş olsun dileklerimizi iletelim.
(Meraklısına not: Bu filmde benim de çok kısa bir rolüm vardır, fabrika müdürünün kapıcısı olarak...)

23 ŞUBAT 2017, BirGün



16 Şubat 2017 Perşembe

BEDRİ RAHMİ’NİN AŞKLARI

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ilk aşklarından biri, “Böcek” adını taktığı bir Alman kızıdır. İstanbul’da uzun bir aşk yaşarlar. Kız daha sonra Almanya’ya dönecek ve orada evlenecektir. Günün birinde Paris’e de gelir, Bedri Rahmi ile buluşurlar, birkaç sonra tekrar ülkesine gider.
Bedri Rahmi o günlerde şu şiiri yazacaktır:
“Seni bigüzel giymişim içime gâvurun kızı
Bir kurşunla vurdular ikimizi
Gün ışır, yaprak titrer, tohum üşür
Acı günler kızarır hikâyemizi”
Ve 1930 yılında Bedri Rahmi, henüz 19 yaşındayken abisi Sabahattin Eyüboğlu’nun kazandığı bir bursu bölüşerek Fransa’ya gidecek ve Dijon, Lyon ve Paris’te sergileri gezdikten sonra Andre Lhote Atölyesi’ne yazılacaktır.
Sonrasını uzun yıllar Paris’te birlikte oldukları Hıfzı Topuz anlatacaktır. (Sevmek Güzel Meslek Reis: B.Rahmi, FOLKART GALLERY)
Romanyalı bir resim öğrencisi olan Eren’in, o zamanlar asıl adı Ernestine’dir. Lhote, onu “Miss Roumanie” demektedir.
1933 yılında bursları uzatılmadığı için Bedri Rahmi İstanbul’a dönecektir. Ama aklı Paris’te kalmıştır.
Bir süre sonra da Eren ile mektuplaşırlar.
1933 yılı sonlarında Eren, Romanya’ya giderken İstanbul’a uğrayacak fakat uzun süre kalmayacaktır.
Bedri Rahmi ise Kumkapı Ermeni Okulu’nda 20 lira maaşla çalışan bir resim öğretmenidir.
Eren de Bedri Rahmi’ye tutulmuştur. 1934’de bir daha İstanbul’a gelecek ve birlikte Necip Fazıl’ın Firuzağa’da tuttuğu bir odaya yerleşecekler, ama bir süre sonra Necip Fazıl ile araları açılınca evi terk edeceklerdir.
Bedri Rahmi’nin işsizlikle geçen günlerin ardından Eren tekrar Romanya’ya dönecektir.
Bu ayrılık da uzun sürmeyecek, Eren yine İstanbul’a gelecek ve 1936 yılının nisan ayında evleneceklerdir.
(Ey sevgili okur, şimdi biraz nefes al ve dünya şairi Nâzım Hikmet’in 17 Temmuz 1959 tarihinde sözcüklere döktüğü “İki Sevda” başlıklı şiirinde söylediklerine kulak ver. Siz bakmayın tevatürlere, şairler yalan söylemezler. Sevdiği kadınlar için “Gülüp ağlıyorlar iki dilde” derken şair, “sevda”yı da şöyle tanımlıyor.
“Bir gönülde iki sevda olmaz
yalan
olabilir.”
Buradan güvercin kanadı ile bir selam da Nâzım Hikmet’e bir saygı nişanesi olarak “Su da Yanar” filmini çektiği için Ali Özgentürk’e gönderelim.)
Bedri Rahmi de şairdir, ressamdır.
İki sevda arasında kalması doğal değil midir?
Bedri Rahmi, Burhan Toprak Güzel Sanatlar Akademisi’nde müdür olduktan bir süre sonra, 1936-37 ders yılında Akademi’de görev alacak ve Leopold Levi ile çalışmaya başlayacaktır.
Eren’e sevgisi, aşkı zerre kadar eksilmemiştir, ama Bedri Rahmi’nin duygu ve düşüncelerinde “Talaslı Kız” vardır artık.
Ve “Karadutum, çatal karam, çingenem”  diye başlayan “Karadut”, “Sene 1950, Mevsim Sonbahar” şiirlerini “Talaslı Kız” için yazacaktır.
“Talaslı Kız” ise Bedri Rahmi’nin büstünü yapacaktır.
Peki, kimdir “Talaslı Kız?”
Güzel Sanatlar Akademisi eski öğrencilerinden Mari Gerekmezyan.
Mari, Bedri Rahmi ile aynı yaştadır. Üstelik nişanlıdır.
Fakat aralarında çılgınlık derecesinde bir bağ bulunmaktadır.
Bunalımlı dönemlerden geçerler, derken Mari hastalanır.
1947 yılında 34 yaşında dünyasına elvedasını bırakacaktır.
Ve Bedri Rahmi, Mari için şunları yazacaktır:
“Ten yıpranır elden gider
Üstüne kilit vururum
Kul köle kurban olurum
Can çekişir elden gider
İki gözüm iki çeşme
Düşerim canın peşine
Yâr tükenir elden gider”
*
Anadolu sevgisini nakış nakış yapıtlarına yansıtan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun retrospektiflerinden oluşan ve sanatçının günümüze kadar hazırlanan en kapsamlı sergisi, bir süredir İzmir FOLKART GALLERY’de sanatseverlerle buluşuyor. “Sevmek Güzel Meslek Reis” adını taşıyan sergide, Eyüboğlu’nun ilk kez sergilenecek yapıtlarının yer aldığı organizasyonda, hayatından kesitler sunan mektuplar, fotoğraflar, özel eşyalar ve objelerin yanı sıra çeşitli sanat dallarından 200 eser ile 18 dakikalık kısa bir belgesel yer almakta. Eyüboğlu’nun Mari Gerekmezyan’a yazdığı “Karadut” gibi şiirlerle Gerekmezyan’ın yaptığı Bedri Rahmi büstü de sergilenen yapıtlar arasında. Küratörlüğünü İbrahim Örs ve Hanefi Yeter’in, proje direktörlüğü ile editörlüğünü Fahri Özdemir’in yaptığı sergiyi, 12 Mart’a kadar İzmir FOLKART GALLERY’de ücretsiz gezilebilmek şansınız bulunmakta...

16 ŞUBAT 2016, BirGün



9 Şubat 2017 Perşembe

ORHAN KEMAL’İN KİŞİSEL TARİHİ…

 “1953-54 kışı. Vakit gece. Dışarda sulusepken, kendini Haliç Feneri’nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım, her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler.”
Ev kirası ayda kırk liradır; cebinde tramvay parası bile yoktur.
“Bir ara, kendini sigorta ettirip bir hususi’nin altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarına bırakmak gibi çılgınca fikirler”e kapılır.
Ve o gecenin ayazında, gazocağında ısınarak “72. Koğuş”u yazar ve ertesi gün su bardağında bilediği jilet ile tıraş olduktan sonra (Evser teyzemin eşi Ekrem Bey de böyle tıraş olurdu) Cağaloğlu’na çıkar, hikâyesini satmak için…
Umudu, hikâyesini verdiği dergi yöneticisinden alacağı küçük bir avanstır; çünkü avans et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı ile bir avuç mangal kömürü demektir.
Ama karşılığı “Eserinizi okuyalım. Mümkünse bize yarın uğrayın,” olacaktır.
Ertesi gün gittiğinde dergi sahibinden değil de odacısından “Sanat müşavirimiz müstehcen buldu, müsveddelerinizi buyurun!” yanıtını alınca şöyle diyecektir:
“Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla magazin idarehanesinden çıkıyorum. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış. Dünya pırıl pırılmış. Bana ne? Bu pırıl pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzağım ki; alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılamaması...”
O adı bilinmez “müşavir”in “müstehcen” bulduğu hikâyeyi Orhan Kemal’in yazdığını, “72. Koğuş”un da bugün edebiyatımızın başyapıtlarından biri olduğunu söylemeye gerek var mı?
Işık Öğütçü, “Önemli Not!” başlıklı kitapta babası Orhan Kemal’in kişisel tarihinin gün yüzüne vurmasına aracılık ediyor. (Everest Yayınları)
“Önemli Not!” iki bölümden oluşmakta:
Birincisi, Orhan Kemal’in yarım kalan “Murtaza 2” ve “93 Harbi” romanları; ikincisi, seçilmiş düzyazıları…
Öğütçü, “Murtaza 2’de babam bize anlattığı kadarıyla, Müfettişler Müfettişi ve Üçkâğıtçı’nın kahramanı milletvekili Kudret Yanardağ ile Murtaza’yı Ankara’da, Meclis’te karşı karşıya getirecekti…” diyor.
“93 Harbi” ise Orhan Kemal’e göre “Romancının Romanı”…
Üzerinde on yıldır çalıştığı ve dört cilt olarak tasarladığı bu romanda da babaannesinden başlayarak Osmanlı dönemindeki Jön Türkleri, aydınların kanunsuzluklara karşı hareketlerini, babasının yaşam serüveni içinde Osmanlı devletinin çöküşünü, Milli Mücadele, Kurtuluş Savaşı’yla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, babasının siyasi çalışmalarını, yurt dışına gidişini, demokrasiye geçişi, çok partili dönemi, 6-7 Eylül olaylarını ve 1960 İhtilali’ni anlatacakmış…
Bir büyük nehir-roman yani…
Işık Öğütçü’nün de dediği gibi, yakın tarihimizin bir romancı gözüyle panoraması olacaktı.
 Orhan Kemal’in “seçilmiş düzyazıları” ise onun ne kadar iyi bir gözlemci olduğunun kanıtı...
İkbal Kahvesi, özellikle Tahtakale üzerine yazdıkları yakın zaman İstanbul’unun olağanüstü bir fotografisi…
Sait Faik, Halikarnas Balıkçısı ve Asaf Çiyiltepe üzerine yazdıkları ise sanatçı duyarlılığının bir göstergesi…
Ve kendi kaleminden hayat ve sanat serüvenini anlattığı yazısı, ki yapıtlarını okuyacaklar için hayatının ve sanatının kapılarını açacak bulunmaz bir anahtar…

CEBİM NE ZAMAN PARA GÖRÜR?

Mehmed Kemal, bir “öğle rakısı”nda anlatmıştı.
Yarattığı “Murat Davman” adlı kahramanın maceralarını anlattığı, bir dönemin polisiye roman yazarı, gazeteci Ümit Deniz ile bir “öğle rakısı”nda buluşurlar.
Birkaç kadeh içip sohbet edeceklerdir.
Mehmed Kemal, lokantanın bir köşesinde Orhan Kemal’in demlenmekte olduğunu görür.
Ünlü romancımızın önünde bir büyük kalkan...
İştahla kalkanı yerken rakısını da yudumlamakta...
Kalkan bitince Orhan Kemal bir tane daha söyler.
Bu, Ümit Deniz’in de dikkatini çeker, “Kalkan güzel mi?” diye sorar.
“Nefis” der Orhan Kemal yalnızca...
Bunun üzerine birer tane de Mehmed Kemal ile Ümit Deniz söylerler...
Ama önlerindeki balıktan daha iki çatal almışlardır ki, Orhan Kemal bir kalkan daha sipariş eder. Üçüncü kalkanı da görünce Ümit Deniz dayanamaz artık...
“Yahu Orhan” der, “anladık balık güzel, ama sen kalkandan başka bir şey yemez misin?”
Orhan Kemal, gözlerinin içi gülerek, “Geçen yıl, bir bu zaman yemiştim” der ve ardını getirir:
“Bu yıl ilk kez yiyorum. Gazetenin birine bir roman iteledim. Parasını da aldım. Şimdi kalkan mevsimi… Güzelce bir kalkanın lezzetine varayım. Bir daha romanımı kim alır, kim para verir, benim cebim ne zaman para görür, ne zaman bir daha kalkan yerim? Anladınız mı şimdi niye doyasıya kalkan yediğimi?”

09 ŞUBAT 2017, BirGün


3 Şubat 2017 Cuma

ÜNLÜ ÖĞRENCİLER...

Ortaokulu İzmir Saint Joseph’te okumuştur. Son sınıfa geldiğinde, bir gün bahçede dolaşırken okul müdürü tarafından çağrılır.
Bir Fransız dergisi, Türk yazarlardan herhangi biri üzerine bir yazı istemektedir.
Müdür, böyle bir yazıyı kaleme alıp alamayacağını sorar.
Sevinçle kabul eder bu öneriyi ve hemen Halit Ziya üzerine bir yazı kaleme alır.
Yazısı, üç ay kadar sonra da o Fransız dergisinde çıkacaktır.
Fakat müdür, çıkan yazısını göstermesine rağmen, bir adet olduğu için dergiyi kendisine saklayacak, o da on beş yaşın toyluğuyla ne yazısının, ne derginin adını not edebilecektir.
Bu, Salâh Birsel’in hem bir yabancı ülkede, hem de Türkiye’de siyah puntolar arasında boy gösteren ilk yazısıdır.
Üstelik o tarihlerde daha soyadı yasası çıkmadığı için de soyadı yerine babasının adı olan “Talât”ı kullanmıştır.
Söz, Salâh Bey’den açılmışken sürdürelim...
1940-1943 yılları arasında Osmanbey ile Nişantaşı’nı birbirine bağlayan Rumeli caddesindeki Nişantaşı Erkek Ortaokulu’nda Fransızca öğretmenliği de yapacaktır.
Kimler mi vardır öğrencileri arasında?
Bir zamanlar Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur, karikatürist Semih Balcıoğlu, tiyatro sanatçısı Metin Serezli, 70’li yıllarda “Yeni Ortam” gazetesini çıkaran Kemal Biselman...
Yine karikatürist Ferruh Doğan ile Türk sinemasının “Taçsız Kralı” Ayhan Işık da kısa bir süre Salâh Bey’in öğrencisi olacaktır, ama üstat onlara Fransızca değil de Türkçe dersi verecektir.
Aynı yıllarda Nişantaşı Erkek Ortaokulu’nun bir başka öğretmeni de Rıfat Ilgaz’dır.
Yine aynı yıllarda bir dönem Türk sinemasının yıldızlarından ve Hollywood’da da boy gösteren Muzaffer Tema ise okulun müzik öğretmenliğinde bulunacaktır.

*

Afyon Lisesi yalnız politikacı, yargıç ve gazetecilerin değil, şair ve yazarların da yuvasıdır.
1965-69 döneminde milletvekilliği yapan, 1976’da Kültür Bakanlığı Müşavirliği’nde bulunan Hisar Dergisi şairlerinden Osman Attila, doğduğu kent Afyon’un lisesinden mezundur.
1987’de trafik kazasında yitirdiğimiz edebiyat tarihçisi Mehmet Çavuşoğlu da 1950’li yılların ortalarında Afyon Lisesi’ne misafir olanlardandır.
Lisenin bir başka konuğu da “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirinin unutulmaz şairi Ahmed Arif’tir
Ahmed Arif, ölümünden bir yıl kadar önce, 1990 yılında yaptığımız ve “Kalbim Dinamit Kuyusu”  (Cumhuriyet Kitapları) adıyla kitap olarak yayımlanan konuşmasında Afyon Lisesi ile ilgili anılarını da anlatmıştı.
Ahmed Arif, Siverek’te doğmuştur, ama çocukluğu Diyarbakır’da geçer.
Fakat, “muhit” pek iyi değildir.
Ve 1940’lı yılların başında yatılı olarak Afyon Lisesi’ne gönderilir.
O yıllarda Ahmed Arif’in abisi de Isparta Lisesi’nde öğretmendir ve Afyon Lisesi’nde arkadaşları vardır.
Ahmed Arif, o günleri şöyle anlatacaktır:
“Diyarbakır Lisesi’nde bir Mustafa vardı. Mustafa sınıfa girdiğinde gömleğini kaldırıyor, üç bomba sağında, üç bomba solunda, lider yani. Anla nasıl lise, o bakımdan babam belki haklı.
Bütün okul hayatım boyunca tanıdığım en yetenekli, en mert, bilgili adamlar bu lisedeydi.
Bir Cemal Hoca vardı: Cemal Tanaç.. Matematik dersine gelirdi.
Onun hanımı vardı, Mevhibe Hanım. Bütün sınıf âşıktık ona. Taparcasına seviyorduk. Cemal Hoca hepimizi Teknik Üniversite’ye gidecekmişiz gibi çalıştırırdı.”
Afyon Lisesi öğrencilerinden Süleyman Demirel’in Teknik Üniversite’ye gitmesinin bir nedeni de bu olmasın sakın...
O yıllar lisenin edebiyat hocası ise edebiyat tarihçisi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Gündüz Akıncı’dır.
Ahmed Arif, edebiyat öğretmeni Gündüz Akıncı’yı ise şöyle anlatır:
“Gündüz Akıncı büyük bir şanstı bizim için. Akıncı, ders kitabından çok roman okuturdu bize. Lisede ben Andre Malraux’yu, Max Beer’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustave Flaubert’i, özellikle de Emile Zola’yı okudum hep… Gündüz Hoca bir karar aldırmıştı Öğretmenler Kurulu’nda. Her çocuk gece mütalaalarında roman okuyabilir diye...”
(Demirel, Akıncı Hoca’nın dersine pek düşmedi herhalde?)
Ahmed Arif, ilk şiirlerini işte bu ortamda yazacak ve bunlar “Seçme Şiirler Demeti” adlı dergide Neyzen Tevfik’in şiirleri ile yan yana yayımlanacaktır.

02 ŞUBAT 2017, BirGün