20 Kasım 2016 Pazar

PARTİ, SANATI YÖNLENDİRİYOR

Edebiyat alanında olduğu kadar, siyasal hayatımızda da çok önemli yeri olan bir dergi.
Kırklı yılların başında Türkiye Komünist Partisi’nin legal yayın organı.
Yazarlarından Ali Rıza (Çelik), yani Reşat Fuat Baraner, TKP’nin Genel Sekreteri.
Yine yazarlarından Zeki Baştımar ise daha sonraki yıllarda TKP’nin genel sekreteri olacaktır.
Dergiye şiir ve yazılarıyla katkıda bulunanların çoğu TKP üyesi ya da sempatizanı...
Adı geçen dergi “Yeni Edebiyat.”
Suphi Nuri İleri, “Yeni Edebiyat” dergisinin bir fotografisini çıkardığı çalışmasında şiir, öykü ve yazılardan bir seçmeyi “Yeni Edebiyat / Sosyalist Gerçekçilik” başlığı altında bir araya getirmiş...
İleri, kitabını beş bölümde düzenlemiş:
Realizm Tartışmaları, Edebiyata Dair, Şiirler, Suat Derviş’in Yazıları ve Yeni Edebiyat Yazarları...
Kitabın ilginçliğinden çok, edebiyat tarihimiz açısından önemli bir belge niteliği taşıyan Rasih Nuri İleri’nin “Önsöz”ünden söz etmek istiyorum.
O günleri şöyle anlatıyor Rasih Nuri İleri:
“Komünist Enternasyonal kararı ile 1936 yılında Parti “Separat” çalışma şekline, yani ademi merkeziyetçi bir duruma girmişti. Bu gelmekte olan II. Dünya Savaşı konjonktüründe Sovyetler Birliği tarafından öngörülmüş bir tedbirdi. 1942 yılında ise dünyada Komünistler, “Anti Faşist Demokratik Cepheler” kurma görevini üstlenince, Türkiye’de de Parti bu amaçla yeniden merkezi çalışma düzeyine girdi. “Yeni Edebiyat” bu dönemin hazırlık safhasını teşkil eder.”
İşte bu ortamda Abidin Dino ile Reşat Fuat arasında cereyan eden “Sosyalist Gerçekçilik” tartışmaları ilgiyle izlenmeye değer...
Dino, dört yılını Sovyetler Birliği’nde sinema çalışarak geçirmiş bir ressam.
Yazı ve resimleriyle dergiyi süslemekte…
Ve “partili bir aydın” olarak genel sekreteriyle çatışır.
Fakat Reşat Fuat, “Edebiyatın ve sanatın objektif realiteye bağlılığını inkâr sürrealizmin ta kendisidir” diyerek bir süre sonra tartışmayı kesecek, Dino’nun daha önce ilan edilen yazıları yerine de başkaları yayımlanacaktır.
Çünkü söz konusu olan Reşat Fuat ya da Dino’nun haklı ya da haksız olması değil, parti görüşüyle, daha doğrusu 1924’te Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde gelişen sanat görüşüyle çelişip çelişmediğidir.
Suphi Nuri İleri’nin derlediği “Yeni Edebiyat Şiir Antolojisi”ne “önsöz” niyetine “Yeni Edebiyat şiirlerinin anımsattığı unutulmuş günler”i yazan Rasih Nuri İleri, Hasan İzzettin Dinamo’nun bir başka ilginç yönünün perdesini aralamaktadır.
Nâzım Hikmet’in şiirleri adeta bir parti bayrağı misali dalgalanırken Nâzım, Komintern kararıyla Türkiye Komünist Partisi’nden dışlanmış durumdadır.
Bu dönemde parti, Nâzım’ın yerine yeni bir “Parti Şairi” aramak gereğini duyar.
Bu şair de Hasan İzzettin Dinamo’dur.
Rasih Nuri’nin dediği gibi “Bu ise hiç de kolay bir görev değildir.”
Rasih Nuri, İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şube Müdürü Parmaksız Hamdi’nin “Bu komünistler bizi uyuttu, Dinamo’nun düğününü atladık, önemini anlayamadık” diye hayıflandığı Dinamo’nun “olay”lı düğününden de söz eder.
Dinamo, TKP Politbüro üyesi Halil Yalçınkaya’nın kızı ile evlenecektir. Yalçınkaya, yıllarca polisi uyutabilmiş, tutuklamaların dışında kalmış, ancak 1950 tevkifatında gerçek sıfatıyla ele geçirilebilmiştir.
“Oysa” diyor Rasih Nuri, “benim neslim komünistlerinden her biri için Dinamo’nun düğününde bulundum diyebilmek adeta bir icazet, bir unvan niteliği taşımaktaydı. Gizli Parti’nin bütün yöneticileri, ileri gelenleri o düğünde bulunmuş, düğün adeta bir parti toplantısı, genel kurulu niteliği kazanmıştı. Reşat Fuat’tan Abidin Dino’ya kadar...”
Yani TKP, bir anlamda bu düğünle kongresini yapmaktaydı...
Rasih Nuri’nin de altını çizdiği gibi “Dinamo’nun gerçek ve psikolojik hayat romanı mutlaka yazılmalıdır.”

17 KASIM 2016, BirGün


12 Kasım 2016 Cumartesi

ÇİÇEK KOKULU ŞİİRLER

Yahya Kemal, Divan şairlerinden Baki, Nail-i Kadim ve Nedim’i severmiş, en çok da Baki’yi…
Üstada göre Sinan mimaride ne yapmışsa, Baki de şiirde onu yapmıştır.
Salâh Birsel “Aynalar Günlüğü”nde Yahya Kemal’den şöyle söz eder:
“Doğrusu Yahya Bey -şairimiz kendinden açarken hep ‘Yahya Kemal Bey’ der- yazınımızda büyük variller devirmiştir.
1912’de Paris’ten İstanbul’a ‘Parnasse’ lavantaları sürünerek geldiğinde, genç şairlerin çoğu kendilerinden geçmişlerdir.
Onun karşısında, ağızları bir karış açık, el pençe divan duruyorlar, öksürdüğü zaman ‘Ne musiki’ diyerek havaya uçuyorlar, gönül indirip kendi şiirlerinden birini okuduğunda ‘Vallahi harika’ diye iki yana baş sallıyorlardır.
Halit Fahri (Ozansoy), o yıllarda, onu içeren ve kendisini dışta bırakmayan şu iki dörtlüğü yazmıştır:

“Bahara bayılırım
Kırlara yayılırım
Kışın uyuşur kalır
Baharda ayılırım

Mithat Cemal gelincik
Yahya Kemal papatya
Ben onlara nispetle
Yasemin sayılırım.”

Bunun üzerine İbrahim Alâettin (Gövsa) şöyle bir karşılıkta bulunur:

“Şairim der de tufeyli yaşatır gövdesini
Dayanıp köhne Nedim artığı üç beş satıra
Senelerden beridir aynı sakız aynı ceviz
Seneler var ki doğursun diye baktık katıra

Günlüklerinde başkalarını mayın tuzaklarına çeken Salâh Birsel, kendisini de sarakaya almaktan çekinmez.
Yine “Aynalar Günlüğü”nde dost bir öğretmenin yazdığı ve sonradan notları arasında bulduğu şu dörtlüğü de kendi deyişi ile vay vaylar, hay haylar…

“Yaman eleştirici Salâh
Kalem onda bir silah
Dikkat et konuşurken
Giydirir sana külah”

Binbir gece denemelerinin nakış ustasına göre “yazarların, sanatçıların çoğu akrep, bir maymuncu, kıskanç köpek”tir.
Tatlı tatlı laf üretirken bile iğnelemekten geri kalmazlar.
Oysa övgülerin çoğu okurlara özgüdür.
Çünkü onlarda çekemezlik, kıskançlık, dümeni kırıklık gibi çoğu yazarın boğazına sarılan zehirli ve hayın sarmaşıklardan hiçbiri yoktur.
Boşuna dememişler:
Şairdir ne yapsa yeridir…

10 KASIM 2016, BirGün



3 Kasım 2016 Perşembe

CUMHURİYET'TE BİR ODA



CUMHURİYET’TE BİR ODA...

1969’un son aylarında Cumhuriyet’in düzeltme servisinde gazeteciliğe başladım.
Benden önce Doğan Hızlan ve bir gecede macera romanları yazan Nebil Fazıl Aksan düzeltme servisinde çalışmışlar, onlar ayrılınca Ertuğ Karakullukçu ile Yaşar Kemal’in yeğeni Zeki Yücel işe alınmışlar.
Altı kişilik servisin öteki çalışanları Mustafa Baydar, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer ve Konur Ertop...
Dördü de Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudukları için “eski yazı”yı biliyor, çünkü o yıllarda şeyhülmuharririn Burhan Felek, yazılarını “eski yazı” ile yazmakta...
Ertuğ ve Zeki askere gidince, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okuduğumdan “eski yazı”yı bildiğim için Cumhuriyet’e girişimde bu, önemli bir referans olacaktı.
Düzeltme servisi, yazı işlerinden uzak, mürettiphanenin alt ucunda bir küçük oda…
Odada üzeri muşamba kaplı iki masa ve dört sandalye...
Bir konuk ziyarete ya da mürettiphaneden biri bir şey sormaya gelse pencere altından geçen kalorifer borusu üzerine oturuyor, fakat mesela Haldun Taner gibi önemli bir yazar yazısını kontrol için uğrarsa sandalyelerden biri ona takdim ediliyor.
Kapıdan girişte odanın sağ tarafı tuvalet, solunda ise derisi kemiklerine yapıştığı için “Gandi” adıyla maruf arkadaşın sayfa kalıbı alınırken kullanılan keçeleri kuruttuğu bir düzenek bulunmakta...
 Oda, dizilen yazılar düzeltme servisine çabuk gitsin gelsin diye mürettiphaneye yakın bir yerde, ama asıl neden hemen hepsi de edebiyatla ilgilenen düzeltmenlerin yazı işlerinden, dolayısı ile “gazeteci”lerden uzak durma kaygısı...
Çünkü gazetecilerin edebiyatçıları pek sevmedikleri bilinmekte...
Mesela ben, iş başvurusunda bulunurken edebiyat ile ilgilenmediğimi belirtecektim özellikle...
Fakat edebiyat yine de bu odada soluk alıp veriyordu.
Belki de bu yüzden Mustafa Baydar, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Konur Ertop gibi ben de “basın” mesleğinden emekli olmama rağmen, “gazeteci” kimliğimiz değil de hep şair ve yazar kimliğimiz öne çıktı.
Belki de bu yüzden gazete sahiplerinin, genel yayın müdürlerinin köşk ya da yalılarının adreslerini öğrenemedik, özel sohbetlerinde özellikle bulunmak istemedik.
Belki de bu yüzden Cumhuriyet’te, üstelik birinci sayfada çıkan ilk röportajlarımdan biri bir edebiyatçı, öykücü ve romancı Muzaffer Buyrukçu ile idi.
10 Haziran 1970’de Buyrukçu’nun “Bir Olayın Başlangıcı” başlıklı ilk romanının Cumhuriyet’te tefrika edilmesi üzerine yaptığım bu röportajdan kısa bir süre sonra Türkiye 12 Mart darbesini yaşayacak ve ben kadro fazlalığı nedeniyle 07.09.1971’de Umum Müdür Nuri Türen ile Muhasebe Müdürü Şahabettin Aktarı’nın imzasıyla Cumhuriyet’ten uzaklaştırılacak, 01.10.1972 ise Leyla Uşaklıgil’in imzasıyla yeniden işe başlamam, 02 Ocak 1992’de emekliliğime kadar uzanan sürenin başlangıcı olacaktı.
12 Eylül de 12 Mart gibi Cumhuriyet’te bir sarsıntıya neden oldu.
Ben askere gittim geldim.
Birçok arkadaş emekli olmuş; gazete, entertip dizgiden bilgisayar düzenine geçmişti.
Bir süre sonra da düzeltme servisine şef oldum.
Bu sıralarda Nadir Nadi, “Dostum Mozart” kitabını yazmış...
Gazetenin düzeltme servisi şefi olarak düzeltmeleri benim yapmam istendi.
Nadir Bey, yazılarını bir dosya kâğıdına el yazısı ile yazıyor.
Fakat sayfanın başında kâğıdı boydan boya kaplayan cümle, sayfa sonunda neredeyse tek bir sözcüğe düşüyor.
Nadir Bey’in el yazısıyla kaleme aldığı kitabın aslı kaybolmasın diye fotokopi çekmişler.
Ama fotokopide son satırlar çıkmamış...
Aslını sormak için Nadir Beyin odasına girdim, durumu anlattım.
Bir süre yüzüme baktı, sonra da “Sen git” dedi, “at yarışçısı gelsin...”
“At yarışçısı” dediği, telekste (o zaman haberler teleksle gelirdi) çalışan Aykut adında bir arkadaş...
Hemen odadan çıktım, fotokopileri Aykut’un önüne koydum.
“Ben” dedim, “bunca yıldır bu gazetede çalışıyorum, düzeltme servisinin beş yıldır da şefiyim, yaşım kadar da kitap yazmışım... Patron beni değil, seni tanıyor. Artık gerisini halledersin.”
Böylece “Dostum Mozart”ı okumaktan kurtulmuştum.
Geçti mi geçen günler gibi imiş o günler de...
*
Başta yirmi yıldır emek verdiğim “Cumhuriyet” gazetesi ve şiirlerimi yayımladığım “Evrensel Kültür” dergisi olmak üzere basına yapılan, artık baskıdan da öte bu zulmü şiddetle kınıyorum.

03 KASIM 2016, BirGün