60’lı yılların başları olmalı... İzmir’in
bugün kayıplara karışmış Küçükyalı’daki 181. sokağı birden karıştı...
Sokağı, “Yeşilçam’ın artistler”i basmıştı.
O yıllarda, aşklarıyla da ünlü Mahir ÖzErdem ile Pervin Par’ın başrollerini
paylaştığı bir film çekiliyordu. İlginin bir nedeni de Pervin Par’ın bir
zamanlar Küçükyalı’nın komşusu Güzelyalı’da bir kuaförde çalışmış olmasıydı,
komşu kızıydı yani…
Özerdem ve Par sokağın başında yan yana
duruyorlar.
Tam bu sırada filmin recisörü bana, sokağın
öbür ucundaki “Süslü Fatma” hanımın bahçesindeki badem ağacına çıkmamı emretti.
Badem ağacını sallayarak “fırtına” efekti
yapacağım.
Ben, badem ağacı sallarken bir ara dallar
arasından başını çıkardım. Recisör ikinci emrini yürürlüğe koydu: Kes kafanı,
yoksa keserim!
Kaderim işte o an hayat yolunda
menzilini şaşırdı. İşte o an sufatım o badem ağacının dalları arasından
beyazperdeye yansısaydı, adım bugün belki Yeşilçam’ın ünlü artizleri arasında
yer alacaktı.
Fakat ömür defterinin sayfalarından
yirmi yaprağın koparılması gerekiyormuş…
80’li yılların başlarında bir kez daha
beyazperdeye misafir olma imkânı hasıl oldu.
Ülkede 12 Eylül darbesi olmuş…
15 gün önce evlenmişim ve 16. gün askere
gideceğim…
Kadim arkadaşım Ali Özgentürk de, ki o
da bir Yeşilçam recisörü, daha sonra adını “At” koyacağı filmin çekimlerine
başlayacak…
(“At” deyip de geçmeyin. Özgentürk’ün bu
filmi, Japonya’da bir filme verilen dünyada o zamana kadar verilen en büyük
para ödülünü aldı. Bir buçuk milyon Doları dörte böldüler. “At” yarışı kazandı,
birinci oldu. Ayrıca benden başka şair olarak İlhami Bekir Tez’in bu filme rolü
vardır. İzleyenler izlemiştir, izlemeyenler bu merak için olsun arayıp
bulsunlar “At”ı… Bir de kulis bilgisi: “At”ı izleyen yönetmen Bernardo
Bertolucci, İlhami Bekir ile benim şair olduğumu öğrenince Özgentürk’e “Yakında film çekseydim, bu şairleri
oynatırdım” diyecektir. )
Şeytana uydum, eski merakım ya, bir
bakayım dedim, film nasıl çekiliyor.
Kenardan bakıyorum.
Filmin baş oyuncuları, baba (Genco
Erkal) ile oğul (Harun Yeşilyurt) hamamdan çıkmışlar, çok da acıkmışlar. Galata
köprüsünün Eminönü tarafında salaş bir balıkçıda yemek yiyorlar.
Recisör, birden çekimleri durdurdu.
Asistan mı diyorlar, yardımcılarına
hemen emrini verdi:
“Ferdi Tayfur’un montunu getirin,
giydirin şuna. Şu masaya da bir kadeh rakı ile bir kaç meze koyun!”
Hemen sırtıma montu geçirdiler.
Masayı da donattılar.
Fakat benim rolüm ne?
Bir ara baba ile göz göze geldik. Ben
elimi göğsüme götürerek bir “Merhaba” çaktım.
Çekim bitti, ama çevremi birden bir
hayran kitlesi kuşattı.
O zaman bardakla su satıyor çocuklar.
Hava sıcak. Bir bardak su içiyorum, parasını almıyorlar.
Kimi imza, kimi bir fotoğrafımı istiyor.
“Vay artiz” diye kimisi omuzuma
dokunuyor, elimi sıkıyor.
Recisör yardımcısı, “Türkân Şoray
Karaköy’de film çekiyor” diye birkaç kez bağırınca, kalabalık çevremden
dağıldı, Karaköy’e doğru yöneldi.
Ve
bu arada bir başka sahnenin çekimine başlandı.
Filmin sonraki sahnelerinde yine rolüm
olacaktı. Babanın dolaştığı yerlerde ben de bulunacak, her karşılaştığımızda
ona “merhaba” diyecektim.
Ama askerlik…
İşte bu da Yeşilçam yolunda
tökezleyişimin ikinci adımıydı.
Fakat yılmak yok…
Şans bir kez daha kapımı çalacaktı.
“At”tan bir kaç yıl sonra Özgentürk
Orhan Kemal’in “Murtaza” romanından uyarladığı “Bekçi” filmini çekecekti.
Tabii yine iş başa düşmüştü.
Recisöre yardım etmek gerekti.
Bu kez fabrika patronunun kapıcısı
rolünde bekçi Müjdat Gezen’in
karşısındaydım.
Çekimler gece olduğu için bu sefer
hayran kitlesi yoktu çevremde.
Belki de Özgentürk üzerimden hayran
kitlesinin baskısını almak için çekimleri gece yapmak zorunda kalmıştı.
Ve sonunda bir başka Özgentürk’ün, kadim
dostum Işıl Özgentürk’ün Sevgi Soysal’I “Tante Rosa” romanından uyarladığı
“Seni Seviyorum Rosa” filmiyle sinemada jübilemi yapmış oldum. Bu filmde yurt
içi ve dışı festivallerde birçok ödül aldı. Filmde yine karakter oyuncusuydum,
yani sokak fotoğrafçısı… (Fotoğrafı Durbaş’ın facebook sayfasında
görebilirsiniz.)
BöyleceYeşilçam maceram sona ermiş oldu.
Gerçi bir takdir belgem, plak etim falanyok
ama, şunun da bilinmesini istiyorum: Ali Özgentürk’ün hangi filminde
oynadıysam, yurt içinde ve dışında bir ödül aldılar. Sözleşme mi diyorsunuz?
Aynen edebiyat dünyasında olduğu gibi,
anlaşma var, ama sözleşme yok; adı üzerinde her şey “söz” üzerine…
26
MAYIS 2016, BirGün