31 Aralık 2012 Pazartesi

YILBAŞI...


Melih Cevdet Anday, “Yılbaşı sıradan bir gündür, çünkü doğanın ayı, yılı yoktur ama, biz o gün seviniyoruz, gülüyor eğleniyoruz ya, yeter bize. İnsan mutlu günler yaratmış, böylece doğanın biteviyeliğini yenmiştir, ona katkıda bulunmuştur, İşte ‘kültür’ dediğimiz de budur.” diyor.
Peki, kökeni çok eskilere dayanan böylesine “sıradan” bir gün, nasıl oluyor da dünyanın hemen her yerinde eksilmeyen bir coşkuyla kutlanıyor?
“Ansiklopedi”lerin verdiği bilgilere göre ise “yılbaşı, genellikle nefis köreltme, arınma, canlanma ve yenilenmeyi temsil eden törenleri kapsamakta...”
Melih Cevdet, bunu “ölüme karşı direnme” olarak yorumluyor. Ama zamanla “nefis köreltme” niteliği ortadan kalkıyor ve yılbaşı gecesi her yerde bolca yemek ve içmek üzere geçiyor.
Bilinen ilk yılbaşı kutlamaları için yine “ansiklopedi”ye başvuralım:
“Bilinen ilk yılbaşı kutlamaları, Babil’de baharın mart ortasına, Asur’da ise güzün eylül ortasına en yakın yeni-ayda yapılırdı (İÖ 2000). Mısırlılar, Fenikeliler ve Persler yılbaşını 21 eylülde, Yunanlılar ise İÖ 5. yüzyıla kadar 31 aralıkta kutlardı. Roma’da Cumhuriyet döneminde, 1 martta başlatılan yeni yıl İÖ 153’ten sonra resmi olarak 1 ocağa alındı. Bu uygulama Julyen takviminde de (İÖ 46) sürdürüldü.”
Yılbaşının eskilerde “eylül”de kutlanması, eylül 2000’de Adam Yayınları arasında çıkan “Hatıram Olsun” kitabımda yer alan “Yeni Yıl Günleri” başlıklı şiirimi hatırıma getirdi.
Şiir şöyle: “Bir yeni yıla daha / eylül geldi / sevgime sevgin geldi / bana, sen geldin // Güllerle süsledim günleri / seni, sevincim ve sevdamla / beni yalnızlığımla / süslediğim günler geldi // Günlere eylül geldi / bir yeni yıla daha / ömrüme ömrün geldi / sana, ben geldim”
Belli ki bu şiiri bir yeni yılın arefesinde yazmışım. Ama niye “ocak” değil de, “eylül” demişim? Herhalde Mısırlıların, Fenikelilerin, Perslerin yılbaşını “eylül”de kutlamalarına bir gönderme olsun diye değil... Ayrıca bir “aşk” şiirinde böyle bir düşüncenin yer almasının ne gereği var? Uydurmuşum demek ki...
Zaten Melih Cevdet de “Takvimimizin yapay olduğunu bilecek kadar aklım var. Uydurmadır bütün bunlar.” diyor ve ekliyor sonra, “Ama insanoğlu, kültürünü işte böyle uydura uydura yaratmıştır.”
Şiir “uydurma” olabilir, aslında biraz “uydurma”dır da... Fakat, yüzyıllardır canlanma ve yenilenmenin simgesi olarak kutlanan “yılbaşı” için uydurma diyebilir miyiz?
Sözün kemendi hangi koyaklardan geçti de “yılbaşı”nın ayaklarına dolandı. Oysa ben, çocukluğumun yılbaşılarından bahsedecektim. İç içe yaşadığımız komşularımızla nasıl “at yarışı”, “tombala” oynadığımızı anlatacaktım.
Ama biliyorum ki, bu uydurma bir düş, gerçekleşmesi olanaksız bir eylem... Fakat, ömürden bir günü de bir gece için olsun sevdiğimiz birine armağan etmeye engel değil...
Bu yılbaşı siz de öyle yapın, bir gece olsun, ömrünüzden bir günü bir sevdiğinize armağan edin...

27 ARALIK 2012, BİRGÜN

20 Aralık 2012 Perşembe

HİTABET: SANATLARIN FAHİŞESİ


Bugünün genç ku­şaklarına Ham­dullah Suphi Tanrıöver adı ne­yi ifade etmekte­dir? Mustafa Baydar’ın 1968 yılında yayınladığı “Hamdullah Suphi Tanrı­över ve Anıları” kitabı şimdi hangi sahafın tozlu raflarında kapağını aça­cak bir elin sıcaklığını beklemektedir?
Hamdullah Suphi, Türk edebiyatında “hi­tabet”, yani güzel konuşma sanatı denince ilk akla gelenlerdendir.
Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin ilk yıllarında Meclis’te yaptığı coşkulu konuşmaları nedeniyle “milli hatip” ve “cumhuriyet hatibi” olarak tanınan bir siyaset adamı ve yazardı.
Önce Fecr-i Âti Hareketi, daha sonra Milli Edebiyat toplulukları içinde yer aldı.
Zamanla siyasi kimliği, şair ve yazar kimliğinin önüne geçti.
Edebiyat tarihi kitapla­rında “eski”den “hitabet” diye bir bölüm vardı ve örnekler de çoğunlukla Hamdullah Suphi’den ve­rilirdi.
Hatta onun 1928-31 yıllarında iki cilt ola­rak yayınlanan ve “hitabe”lerini bir araya getirdiği “Dağyolu” başlıklı ki­tabı bu türün edebiyatımızdaki baş yapıtlarından biri sayılmaktadır.
Ama zaman değişti, za­manla anlayışlar da, ko­nuşmalar da...
İngiliz gazeteci Brian MacArthur “Hitabet nedir?” sorusuna şöyle yanıt vermekte:
“Hitabet sanatların fahişesidir, sö­zünü onaylarcasına tek­rarlayan İngiltere Başba­kanı Stanley Baldwin, ha­kikati dile getirmek için sanata gerek olmadığını belirtiyordu. ‘Bunun üze­rine kafa yoran insana Tanrı yardımcı olsun’ de­mişti. Retorik yeteneği, tarih boyunca icat edilmiş bü­tün silahlardan ve patlayı­cılardan daha fazla kan dökülmesine sebep ol­muştu.”
Lloyd George, 1929’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:
“İşitsel yayıncılık, ko­nuşma yapmaya (hitabet sanatına), yeni bir hayat ve yön kazandıracaktır. Zamanı gelince hitabet üslubu, yerini makinenin kaçınılmaz olarak getir­dikleriyle değiştirecektir; ancak gerçek hatip sana­tını duruma uyarlayacak ve sözlü ifade her zaman­kinden daha güçlü ola­caktır.”
Melih Cevdet Anday da bir konuşmamızda şöyle demişti:
“Dil bir büyücülüktür. ‘Anlaşılmak’ için değil ‘kandırmak’ için kullanılır. Ne şiirden düzyazı çıkar, ne düzyazıdan şiir. İlkel toplum insanı, yazıyı bilmediği için düzyazı ile düşünmüyordu, onun düşün yapısı büyüseldi, demek şiirdi. Düzyazı, vahşilikten uygarlığa geçildiğinde ortaya çıktı ve sözün büyüsünü yok etti.”
Günümüzün post-modern dünyasında sözün büyüsü artık “hitabet” sanatında varlığını buluyor.
Söz, “cam”a yansıyor ve oradan kitlelere ulaşıyor.
En büyük aracı da bugün televizyon, bir başka deyişle işitsel medya…
Kim en çok bağırırsa, karşısındakinin sesini baskı altına alırsa kazanç hanesi puan kazanıyor.
Peki, bu hengâmede şairin sesi nerede?
Şairler elbette sözün büyüsünü aramakta ve sessizliğe mahkûm görünmekteler hâlâ…
Bu yüzden de gereksiz konuşmalardan uzak durmaktalar.
Şiirin ve şairin televizyonda yer bulamamasının bir nedeni de bu değil midir?
Ne demişti William Faulkner Nobel Ödülü’nü aldığı 10 Aralık 1950’de yaptığı konuş­mada:
“Şairin sesi, sadece insanın su­reti olarak kalamaz, onun dayanmasına ve hüküm sürmesine yar­dımcı dayanaklardan, desteklerden biri de olabilir.”

20 ARALIK 2012, BİRGÜN

15 Aralık 2012 Cumartesi

BİR “TARİHİ ROMAN” OLAYI…


Şiire başladığım yıllarda, özellikle 1962’den itibaren gidip gelirdim, ama bir gazetede resmen çalışmaya 1967 yılında, “Yeni İstanbul”da başladım.
“Yeni İstanbul” aslında 1950-60 arası mavi başlıkla çıkan, özellikle edebiyatçıların yer aldığı, ilk kez ekonomi sayfası hazırlayan, az satan fakat etkili bir gazete idi. Yönetim yeri Cağaloğlu dışında, Şişhane’de.
“Yeni İstanbul”da işe başladığımda sahibi Kemal Uzan görünüyordu, gazeteyi ise doktor olduğu söylenen Yavuz Uzan yönetiyordu.
Çalıştığım iki yıl içinde gazetenin yazı işleri sürekli değişti.
O yıllarda yolu “Yeni İstanbul”a düşmeyen gazeteci yok gibidir.
Murat Sertoğlu, pehlivan, aşk, tarih olmak üzere günde 4-5 tefrika ile gazetenin neredeyse bir sayfasını doldururdu. Bunları da genellikle eski harflerle yazardı. Osmanlıca bilen tek dizgici haliyle hepsini yetiştiremezdi. Ben her gece iki sayfayı yeni yazıya çevirirdim. Bu sayede de “tefrika”nın künhüne varmıştım.
Tefrikada önemli olan son paragraftı. Özellikle pehlivan tefrikası ise başlarda istediğin kadar kuşlardan, böceklerden, havanın güzelliğinden söz et, önemli değil. Fakat son paragrafa geldiğinde, güreşçinin biri kündeye gelecekse, orada kalacak ve okur merak edecektir. Ertesi gün yine kuşlardan, havaların güzelliğinden başla söze, ama son paragrafta okur yine merakta kalmayacaksa o tefrikadan hayır gelmez.
O yıllar televizyon yok, haliyle diziler de. Bugünün dizi merakını tefrikalar giderirdi. Tefrika sayesinde de gazete okur kazanırdı.
Bir de “Anjelik” tefrikası vardı, dört yüz küsur günden beri süren…
Bir gün Murat Sertoğlu ve ekibi gazeteden ayrıldı, “Anjelik”i çeviren Tanju adlı genç gazeteci de…
Tefrikalar yarım kalmıştı.
İmdada Erdoğan Tokmakçıoğlu yetişti.
“Çingene Pilici” adlı öykü kitabıyla şöhret bulmuş Tokmakçıoğlu, gazeteciliğin her dalında çalışmış bir yazı emekçisi. Sıkı da bir içkici…
Sabahleyin, Şişhane’de Sinagog’un karşısında “ayakçı”larda buluşulur, bir elma dörde bölünerek iki bardak “afyonlu” şarap yudumlanırdı. O sırada Tokmakçıoğlu, ileride yazacağı iki romandan, “Sirkeci Aslanları” ile “Beşiktaş’ın Orta Halli Kızları”ndan uzun uzun söz eder, ardından tefrikaların kurgusunu yaparak yazmaya başlardı.
Sertoğlu’nun tefrikaları kolayca halledildi, pehlivanın biri galip getirilerek, fakat “Anjelik”i çözmek zor. Olaylar Napolyon döneminde geçiyor. Bir sürü entrika vardı. Üstelik çevirmeninden başka da kimse okumamış; ne başı biliniyor, ne sonu…
Tokmakçıoğlu’nun yazdıklarından birkaç gün sonra okurlardan mektup bombardımanı başladı.
Dört yüz küsur gündür öpüşmeyen “Anjelik”, şimdi ne olmuştu da tül perdeler ardında her türlü aşk rezaletini yaşıyordu?
O masum “Anjelik” nasıl birkaç gün içinde neredeyse bir fahişeye dönmüştü.
Ama üstat onu da halletti ve tefrika birkaç gün içinde nihayete erdi.
 Şimdilerde “tarih” üzerine çok konuşuluyor; olaya bir de bu açıdan bakmakta yarar var…
  
13 ARALIK 2012, BİRGÜN

7 Aralık 2012 Cuma

HOCA İLE KARDİNAL


Kardinal, bildiğimiz kardinal. Yani Papa’nın seçiminde söz ve oy sahibi piskopos (başpapaz). Kilisenin yönetiminde Papa’nın danışmanı ve yardımcısı. Bütün Katolik Hristiyanlar üzerinde Papa’dan sonra sözü en çok geçen din adamı…
Hoca da bildiğimiz hoca, Nasrettin Hoca gibi…
Akdeniz havzası ve İtalya’nın çeşitli yörelerinde “Hoca”, “Giufa” olarak ad kazanıyor.  Giufa da bizim Nasrettin Hoca gibi “Hem sağduyuyu, hem aptallıkla birlikte sıra dışı bir zekâyı kendinde birleştiren, elâleme alay konusu olmakla birlikte özgün buluş ve çözümleriyle şaşırtan, kurnaz, otoriteye aldırış etmeyen bir halk adamı…” (Leonardo Sciascia: Şarap Rengi Deniz; çev: Neyyire Gül Işık, YKY, s: 61)
Peki, bir hocanın bir kardinal ile ne ilişkisi olabilir?
Sicilyalı yazar Sciascia, “Şarap Rengi Deniz” kitabında yer alan “Giufa ile Kardinal” öyküsünde bu ilişkiyi alaycı, bilgece buruk bir gülümsemeyle anlatıyor.
Öykü, özetle şöyle:
Ev halkı bir gün Giufa’ya ava çıkmasını öğütler. O da dededen kalma tüfeği alarak kırda pusuya yatar ve yörenin kardinalini vurur; ardından ne olduğunu bilmediği bu nesneyi sırtlayıp evin yolunu tutar.
Anası durumu görünce çılgına döner. Bunun üzerine Giufa, önce kardinali, ardından anasının beslediği koçu avludaki kuyuya atar.
Kardinalin ortadan kaybolması üzerine doğal olarak o kentte ve bütün Sicilya’da kıyamet kopar. Her köşe bucakta kardinal aranmaktadır.
Ve birkaç gün sonra Giufa’nın evinin avlusundaki kuyudan çürümüş et kokusu geldiği haberi alınır.
Önce yüzbaşı, ardından bütün polisler kuyunun başında toplanır, fakat et kokusu öyle mide bulandırıcıdır ki, kimse kuyuya inmeye cesaret edemez. Çareyi biraz para vererek Giufa’yı indirmekte bulurlar.
Giufa, kuyuya inince yüzbaşı ile konuşmasını sürdürür.
Kardinal, bir köpek midir? Kaç bacağı var; iki mi, dört mü? Boynuzlu muydu? Acaba büyük günahlar işledi mi?
Sorular, yüzbaşıyı çileden çıkarır.
Sonunda Giufa, kardinal niyetine koçu sağlam bir ipe bağlayarak kuyudan çekmelerini söyler.
Öyküyü okumayı bitirince ince mizahı yanında toplumda saygın bir kişiliğe karşı oluşan duyarlılığı, -duyarsızlık mı demeli yoksa- düşündüm.
Daha yakın bir zamanda, bütün bir Akdeniz havzasını da etkisi altına aldığı görülen Nasrettin Hoca’nın başına gelenleri bir daha anımsadım.
Dünyaca ünlü halkbilim adamı, ki bir zamanlar onu da solcu diye yaftalayarak ülkemiz dışına atmayı becermiştik. Pertev Naili Boratav’ın Nasrettin Hoca çalışması da üstelik bu öyküyü bugün basan yayınevi tarafından yayın sansürüne takılmıştı ve sonraları yürekli bir yayınevinin (Kırmızı Yayınları) çabasıyla okurlarıyla buluşabilmişti.
İkincisi, bugün şu ileri demokrasi dediğimiz ortamda, buna Nasrettin Hoca’nın torunları olduğumuzu de ekleyerek, hoca ile kardinal ilişkisini irdeleyen benzeri bir öykü yazılabilir mi?
Tabii, bir de ecdadımızın aziz ruhunu incitmeden!

06 ARALIK 2012, BİRGÜN